GOTİK KLASİKLER SERİSİ #3 DRACULA (1992)

Dracula; Bram Stoker‘ın önce edebiyat ve sonrasında tüm sanat dünyasına kazandırdığı ölümsüz bir fenomenin başlangıcı; bildiğimiz, sevdiğimiz veya nefret ettiğimiz tüm vampirlerin atası.

VAMPİRLER NASIL FENOMEN OLDU?

1800’lü yıllarda tiyatroda seyirciyle buluşup 1900’lerin başında farklı şekillerde beyaz perdeye yansımış olsa da tarihin ilk gerçek vampir filmi 1922 yılında çekilen, Max Schreck‘in başrol karakteri, yani vampir Kont Orlok‘u canlandırdığı Nosferatu filmi olarak kabul edilir.

Drakula hikayesinin lisansı alınamadığı için Kont Orlok adını alan bu vampir, şimdikilerin aksine oldukça itici hatta biraz da iğrenç bir yaratıktır ve doğal olarak hiçbir genç kızın rüyalarını süslemeyi başaramamıştır.

1931 yılında çekilen ve Bela Lugosi‘nin başrolünde oynadığı Dracula filmi ile günümüzdeki vampir algısına yavaş yavaş yaklaşılmaya başlanmış ve vampirler, avlarını baştan çıkararak onları tuzağa düşüren cazibeli birer yaratık olarak resmedilmiştir.

1990’larda Gary Oldman’ın Drakula’sı, Vampirle Görüşme, Blade Üçlemesi ve Buffy The Vampire Slayer gibi yapımlarla yükselişe geçen vampirler, zirveyi 2008 yılında (Evet arkadaşlar, tam 10 yıl olmuş!) yayınlanan Twilight filmi ile görmüştür. Pek çok eleştiriye maruz kalan film, her şeye rağmen dünya çapında bir fenomen olmayı başarmış ve Vampir Günlükleri, The Originals gibi uzun soluklu vampir dizilerinin de önünü açmıştır.

DRACULA ROLÜNDE GARY OLDMAN’IN BAŞARISI

1992 yılında başarılı yönetmen Francis Coppola tarafından çekilen Dracula filmi, konu akışı olarak kitaba bağlı kalıyor. İlk sahnelerde “Müslüman Türkler” den bahsetme şekli yüzünden biraz ırkçılık sergileyen bu filmi listeye dahil etmekte tereddüt ettiğimi itiraf etmeliyim. Fakat kadronun kalitesi, oyuncuların başarısı ve hikayenin masalsı anlatımı nedeniyle kararımı bu yönde kullandım

İlk sahnelerde gelini Elizabetha‘yı “bizim” yüzümüzden kaybeden Dracula, yüzyıllar sonra Londra’dan malikane almak isteyince iş yaptığı firma ona Jonathan Parker‘ı (Keanu Reeves ve henüz 28 yaşında) gönderiyor. Kaderin bir cilvesi mi yoksa en başından beri Kont’un planı dahilinde mi bilinmez ama Jonathan‘ın nişanlısı Mina (Winona Ryder), Elizabetha‘nın birebir kopyası çıkıyor.

 

 

Filmin ilk 30 dakikasında yeterli beslenememekten muzdarip yaşlı görünüşü ile karşımıza çıkan Dracula, İngiltere’ye yolculuğu esnasında gemi mürettebatının bir bir kanını kurutarak gençleşiyor; kestane rengi bukleleri, ikonik mavi gözlükleri ve Mina’ya doğru fırlattığı yavru köpek bakışları ile adeta bambaşka biri oluyor.

 

O kadar radikal bir değişime uğruyor ki neredeyse birkaç sahne önce gelinlerini bir insan bebeği ile beslediğini unutup Mina ile kavuşmalarını destekler hale geliyoruz. Fakat film, Prens‘in canavar yüzünü sık sık göstererek bize onun gerçek doğasını unutturmuyor.

Duru güzelliği ile Winona Ryder‘ın başarılı şekilde canlandırdığı Mona karakteri, beklediğimiz üzere görünüşte çok masum ve aslında iyi biri olmaya da çalışıyor fakat içinde engel olamadığı bir merak duygusu ve karanlık tarafa bir eğilim var. Yine de Drakula’ya çekilme sebepleri yalnız bunlar değil; onu gerçekten de hatırlıyor.

Böylece, önünde, yarı deli ama her zaman karizmatik Van Helsing (Anthony Hopkins) hariç hiç kimsenin duramayacağı, ancak ülkeler arası bir vampir avı ile sonlanabilecek imkansız ve bu yüzden de bir o kadar şiirsel bir romantizm başlıyor.

Kadrosunda Cary Elwes, Richard E. Grant, Sadie Frost ve Monica Belluci gibi isimlerin de yer aldığı 1992 yapımı Drakula filmi, görsel olarak tam bir şölen. Gerek Drakula’nın şatosunu, gerekse Lucy’nin malikanesini tam da kitabı okurken hayal ettiğimiz şekilde buluyoruz. Dahası başta söz ettiğim masalsı anlatım, arka plandaki etkileyici müziklerin yarattığı dramatik efekt ile destekleniyor ve Gary Oldman’ın efsanevi performansı da dahil olunca, neredeyse Kont’un Mina’ya her bakışında hissettiği özlem ve ızdırabı bize bizzat tattırabiliyor. Bir canavar da olsa yüzyıllar boyunca aynı kişiyi sevmiş bir adamın çaresizliğini takdir eden film, ölüm ve aşkı güzel bir ahenkle harmanlayarak sunuyor.

dracula

İncelememi, “Yalnız bir vampir seni sonsuza dek sevebilir” sözüyle bitirmek istiyorum 🙂

Vampir temasının gotik sanatla uyumu düşünüldüğünde bu film, listedeki tek vampir filmi olmayabilir, sizleri şimdiden uyarayım.

Gotik Klasikler Serisinin bir sonraki durağı için önümüzdeki pazar da FANZADE‘ye uğramayı ve görüşlerinizi aşağıda yorum olarak bizimle paylaşmayı unutmayın. Siz bu listede hangi filmleri görmek istersiniz veya daha fazla vampir temalı film görmek ister misiniz?

Not: Gotik Klasikler Serisinin  önceki yazılara aşağıdaki linklerden ulaşabilirsiniz:

  1. The Crow
  2. Sleepy Hollow
Sinema ve dizi meraklısı