Bir ARONOFSKY Eseri “THE FOUNTAIN” (2006)

Darren Aronofsky, “dünyası başına yıkılmış” insanlara dair hikaye anlatmakta çok başarılı bir yönetmen. Bu özelliğini Requiem for a Dream , The Wrestler, Black Swan gibi filmlerle beraber aldığı ödüllerle kanıtladığı da çok açık. Ki kendi iç dünyasında acı çekerken dışardaki dünyaya adapte olmakta zorlanan karakterleri ile modern insanlığa ışık tutarken, kendine özgü çekim teknikleri ile de şimdiden Hollywood için çok değerli bir yönetmen olmayı başardı. Evet, hepimizin küçük- büyük sorunları var, bu sorunları başka insanların da yaşadığını bilmek ise hepimize daha az yalnız hissettiriyor. Bu durum beyaz perdeden bize aktarıldığı zaman ise o filmleri seviyor, büyük fanları oluyor, kendimize söyleyemediğimiz sözleri baskasından duyma keyfiyle mutlu oluyoruz. Sinema bu sebeple çok özel ve diğer tüm sanat dallarından daha önde duruyor. Bugün sizlere Darren Aronofsky’nin 2006 yılında vizyona giren The Fountain (ülkemizde yayınlanan adı ile ‘Kaynak’) filminden söz etmek istiyorum.

Film baştan başa bir görsel şölen, hatta birçok yerde bu görsellik anlatılan derin ve yoğun hikayenin önüne de geçiyor. Ancak üzerinde durmak istediğim konu ne Clint Mansell’ in muhteşem film müzikleri ne de Aronosfky’nin ders olarak okutulabilecek çekim teknikleri. Bu yazıda The Fountain’in genel felsefesini kısaca özetleyecek, çarpıcı hikayesini sahneleri kronolojik olarak değerlendirerek size aktarmaya çalışacağım.

The Fountain’in hikayesi:

Ana karakter Tom Creo, ölümcül bir hastalığa yakalanmış olan eşi Izzy Creo’yu bu hastalıktan kurtarıp yaşatmaya çalışan bir doktor. Yaşamını buna adamış ve bir klinikte çalışmaları sabote etme pahasına karısının hastalığına çare arayan birisi. Kabul edelim ki ölüm yaşadığımız her saniye bize yakın veya yaklaşıyor, bunun farkında olmak da hayatımızın her anını değerli kılıyor ve hepimiz sevdiklerimiz için çabalıyoruz. Tommy de bunu yapıyor. Eşi ölümcül hastalığına aldırmadan İspanya’da başlayıp Mayaların ölüm yıldızı ‘Xibalbada’ biten hikayesini bitirmeye çalışırken, o ise ölümü anlamsız bulup bunun karşısında savaşıyor. Aronofsky bu durumu izleyiciye birkaç hikaye üzerinden anlatıyor.

 

İspanya kraliçesinin fatihi Tomas, Izzy’nin hayat arkadaşı Tommy ve Mayaların hayat ağacını koruyan askerlerle savaşan başka bir asker. Bu karakterlerin hepsini Hugh Jackman canlandırıyor. Buradan anlıyoruz ki, aslında tüm bu hikayeler Izzy’nin kitabı olan The Fountain’den alınıyor. Tommy, tüm bu hikayelerde eşini kurtarmak için hayat ağacını arıyor. Hayat ağacı inancı hristiyan inancında Tanrının insanlara bahşettiği iki ağaçtan birisi. Adem ve Havva insanlara yasaklanmış olan hakikat ağacından meyve yiyince Tanrı hayat ağacını insanlara yasaklıyor ve insanlar dünya üzerinde ölümlü olarak kalıyor. Ancak insanlar yıllardır bu ağacı dünyalarına yansıtmakta ve bazı ağaçları kutsal olarak kabul etmekte. Bu inanış halen şamanizm etkisinde olan birçok Türk kültüründe de yaşıyor.


The Fountain’in açılış sahnesinde Hugh Jackman’ın karakterlerinden biri Mayaların hayat ağacını bekleyen savaşçılarıyla çarpışıyor, bunu kraliçesi için yapmaya çalışsa da Mayalar onun hayat ağacına ulaşmasına izin vermiyor. Çünkü Maya inanışına göre ilk peder dünyayı oluşturmak için can vermiş ve hayat ağacının içinde can bulmuş. Ağacı koruyan bekçinin söylediği söz ise tüm filmin temasını ve ana noktasını oluşturuyor, film bu söz etrafında şekilleniyor; “Ölüm huzura giden yoldur”

Izzy ise Tommy’den kendi yazdığı hikayesini tamamlamasını istiyor. Buraya kadar ben getirdim ve bunu bitirmek için sana ihtiyaç duyuyorum diyor. Ancak Izzy’nin hikayesini Tommy’nin anlamasının zor olduğunu görebiliyoruz. Izzy’nin ölüme bakış açısıyla Tommynin ölüme bakış açısı öylesine ters ki Aronofsky burada bizleri bir paradoks içine sürüklüyor; Sevdiği kadının hikayesini tamamlayıp onu öldürmek mi yoksa ölüme karşı savaşmak mı… Burada Tommy’i ikna etmek için Izzy’nin kitabındaki karakterler olan İspanya kraliçesi ve onun savaşçısı Tomas devreye giriyor. İspanya esaret altına girmek üzereyken kraliçe Tomas’ı çağırıyor ve ondan ülkeyi kurtarmak için savaşmasını istiyor. Ancak bunun için Mayaların medeniyetinde bulunan hayat ağacını aramaları gerekiyor. Tomas da bu düşünceyi sacma buluyor. Ancak kraliçe Tomas’dan bir söz vermesini istiyor ve hayat ağacını bulması için onu ikna ediyor. Tam bu sahnede aslında filmin en önemli sözü olan “Ölüm huzura giden yoldur” sözünün Tommy’i ölümün aslında kaybolmak olmadığı, yaşamın ölümle beraber anlamlı olduğu düşüncesine ikna etmek için söylenildiğini anlıyoruz.

Tommy,  Izzy’nin hastalığının ağırlaştığı anlarda bile umudunu koruyor, savaşmaya, hayat ağacını aramaya devam ediyor. Başaracağını düşünüyor ve “Neredeyse geldik, hayatta kalacaksın, ben hayatını bulacağım ve beraber sonsuza kadar yaşayacağız” diyor. Izzy ise artık ölme fikrine alıştığını, korkmadığını söylüyor, filmin başından beri söylediği gibi “Bitir” diyor ve Tommy’den artık Mayaların ölüm- yaşam beraberdir fikrine alışmasını öğütlüyor. Tommy tam Izzy’nin beynindeki tümörü tedavi etmek için doğru yolu bulduğu zaman Izzy ölüyor, kendi deyimiyle huzura kavuşuyor. Tommy ise ölümün anlamını hayat ağacını bulup vücudundan çiçekler filizlendiği zaman anlıyor.


Anlıyoruz ki ne kadar savaşırsak savaşalım ölüm kazanır, hayatlarımızı değerli kılan da ölümün bize yaşamayı anlamlı kılma, huzura kavuşma ve huşuyu farketme şansını vermesidir…

Gazi Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi'de Türk Dili ve Edebiyatı