Paris’e hiç yolunuz düştüyse, bu kaotik şehirde geçen bir kitap okuduysanız, Woody Allen’ın Midnight in Paris filmini izlediyseniz, telefonunuza Doulingo indirip 3 gün boyunca aralıksız Fransızca çalıştıysanız… ya da en azından Fransa’nın varlığından haberdarsanız, Paris sokaklarının çetrefilli yerler olduğunun bilincindesinizdir. Bu, kimsenin kimseye öğretmediği fakat herkesin doğal olarak bildiği bir gerçektir. Yumurta kırmak ya da spagetti yapmak gibi. İnsanların bu becerileri kendiliğinden edinmesi beklenir aksi takdirde ‘Yumurta Bile Kıramayan Kişi’ gibi küçük düşürücü isimlerle anılırlar.
Eksantrik bir Fransız filmi: Lost in Paris
Fiona Gordon ve Dominique Abel’in yönettiği ve başrolleri üstlendiği Lost in Paris isimli film, Kanadalı bir kütüphaneci olan Fiona’nın bir huzurevine kapatılma tehlikesiyle karşı karşıya kalan 88 yaşındaki teyzesine göz kulak olmak için Paris’e gitmesini ve orada yaşadığı çeşitli talihsizlikler ile karşılaştığı tesadüfleri konu alıyor.
Baş karakterimiz Fiona, şüphesiz az evvel bahsettiğim ‘Yumurta Bile Kıramayan Kişi’. Yeşil kalem eteği, yeşilin aynı tonundaki kazağı, ördüğü kızıl saçları ve kırmızı kampçı sırt çantasıyla, yaşından beklenmeyecek bir saflık sergileyip kendini Paris’in ortasında, parasız pulsuz, daha da önemlisi pasaportsuz buluyor. İzleyici olarak onun gerginliğine ortak oluyor, o nefesini tutunca biz de nefesimizi tutuyoruz. Acımasız Paris sokaklarına, donuk Fransızlara bakıp halimizden yakınıyor, Fiona’ya biraz daha aklını kullanarak hareket etmesini tembihliyoruz ama nafile… İşler daha da sarpa sarıyor.
Elbette bizi enteresan hareketleriyle hayrete düşüren tek kişi Fiona değil. Sen Nehri’nin kenarında bir çadırda yaşayan Dom, zavallı kadının macerasına ortak olmakta gecikmiyor. Bu iki kişi birbirlerinin dillerini pek iyi anlayamadıklarından olsa gerek, Lost in Paris oldukça sessiz bir film haline geliyor. Çocuk kitaplarının sayfalarına kocaman harflerle yazılan “KEDİ YEMEK YEMEDİ. KEDİ KUYRUĞUNU KAPIYA SIKIŞTIRDI. KEDİ ŞİMDİ AĞLIYOR. KEDİ YAMUK KUYRUĞUNU GÖRÜNCE KAHKAHA ATMAYA BAŞLADI.” gibi kritik cümleler dile getiriliyor sadece. Bir de isimler büyük şevkle söyleniyor, “FI-O-NA, DOM-M, MART-HA.”
Paris’te gündüz ve gece
Diyalog yoksa mimikler var değil mi? Karakterlerimize baktığımızda yüzlerinden hislerini okuyabiliyor, Charlie Chaplin havası veren abartılı sakarlıklarına gülebiliyoruz. Elbette tüm bu jestleri bize en iyi şekilde yansıtan arka plandaki renkler oluyor.
Kanada’yı sarı ve yeşilin bir kombinasyonu olarak görüyoruz ve bu, Paris’te güneş batıncaya dek devam ediyor. Beliren koyu mavi atmosfer ve akabinde şahit olduğumuz pespembe gökyüzü filmi yüzeysellikten çekip gecenin derinliğine itiyor. Palete işleyen, karışan ve tuvale yansıyan renkler kusursuz bir kombinasyon halinde seyirciye bir doygunluk hissi kazandırıyor.
Lost in Paris, değeri bilinmemiş bir Wes Anderson filmi gibi, birkaç kayda değer eleştiriden sonra tozlu raflara kaldırılıyor.
Dans ayakkabılarınızı hazırlayın!
Filmin en can alıcı noktaları şüphesiz dans sahneleri. Şimdi çok detaya girip de bu sahneleri izlerken alacağınız zevki söndürmek istemem. Fakat es geçilmemesi gereken bu anlar, film boyunca şahit olduğumuz sakarlıkların zarafet kazanmasıyla elde ediliyor. Evsiz, kaba, serseri adamımız Dom’un ayağında tango ayakkabılarını görüyoruz. Masa masa gezip soruyor: “Benimle dans eder misiniz?” Zarafeti yanlış insanlardan beklediğimize dair bir mesaj mı bu, diye kendimizi sorgulamadan edemiyoruz.
La La Land ile aynı sene çekilmiş bu filmde, benzer renk paleti ve dans hareketlerini görmek ilgimi çekti. Sonra La La Land’deki koreografiler hazırlanırken Singin’ in the Rain’den esinlenildiği aklıma geldi. 1952 yapımı, başrollerinde Gene Kelly ve Debby Reynolds’ın oynadığı bu film, 2016’da bir Fransız yapımına da ilham oluyordu demek.
Lost in Paris: Bir aile işi
Filmi izledikten kısa bir süre sonra yaptığım araştırmada başrol oyuncularının evli olduğunu ve Lost in Paris de dahil olmak üzere pek çok filmi beraber yönettiklerini öğrendim. Bu şaşırtıcı bir bilgiydi çünkü karakter olarak öyle beceriksizlikler sergilemişlerdi ki onların tam anlamıyla mantıklı bir cümle kurması bile işten değil gibiydi. Sonra dinamiklerinin uyumu, birkaç kısacık kelimeyle anlaşmalarını düşündüm. Sanırım oyuncular birbirlerinin jest ve mimiklerini okuyabilince seyircinin işi kolay oluyor.
Paris’e son bakış
Filmin çeşitli sahnelerinde Sen Nehri’ni yüksek açılardan görüyoruz. Gökyüzünün birbirine karışmış renkleri suya yansıyor. İşte o anlarda, yaşanan onca talihsizliğe rağmen Dom ve Fiona’nın yerinde olmanın hayalini kuruyor, kısa bir iç çekiyoruz. Galiba iyi bir yapım sondaki iç çekişle anlaşılıyor. Bize de “Elinize sağlık Fiona ve Dominique.” demekten, ve yanlışlıkla çöpe atılmış bir Paris daveti beklemekten başka bir şey kalmıyor.
İşte filmden tatlı mı tatlı bir sahne, şimdiden iyi seyirler!
Yorum yap