1 Ocak 2012: Her sene olduğu gibi bu sene de Papa, St. Peter’s Meydanında tanrının sadık kullarına vaaz vermek için hazırlandı. IV. John Paul’un ağzından bu konuşma sırasında dökülen sözler ise hayret vericiydi;
Tanrı’nın öğrencileri olarak, tüm yarattıklarını sevmek ve yarattığı her şey için hizmetkarlık yapmak gibi kutsal bir görevimiz var. Bununla birlikte, hayatın en büyük derslerinden biri, bu dünyada karşılaştığımız her şeyin Tanrı’dan gelmemesidir. Doğru, o nihai Yaratıcıdır, ancak eserlerinin çoğu çarpıtılmış ve saptırılmıştır.
Hayatta, Tanrı’nın gözünde değerli ve kutsal olan bir şeyin bozulmasından daha zor olan çok az şey vardır. Bugün dünyada gördüğümüz şey bu. Hayatta sahip olduğumuz en büyük zevklerden biri, bir çocuğun doğumu ve bir ailenin genişlemesidir. Ancak son günlerde, Tanrı’nın işlerinin olması gerekenden çok daha farklı bir şeye dönüştüğü, endişe ve korkuya neden olan birçok doğum gördük. İğrenç yaratıklara dönüşür oldular.
Bu güçlü bir kelimedir. İnsanların “elfler” ve “cüceler” olarak adlandırmaya başladığı bu yaratıkların hala çok genç oldukları ve bazıları tamamen büyüyene kadar onlar hakkında tam yargıya varamayacağımızı söylediği doğrudur. Bununla birlikte, kişi çürük bir meyve gördüğünde, özünde bozuk doğasına ikna olmak için meyvenin daha da büyümesini beklemek gereksizdir. Bu yaratıklar için de aynısı geçerlidir.
Bu kelimeleri duymak birçok ebeveyn için kolay olmayacak. Ebeveynlerin çocuklarını sevme içgüdüsü vardır ve bu içgüdü, Tanrı’nın bizim için kurduğu planının hayati bir parçasıdır. Yine de birçok anne baba doğurdukları yaratıklardan uzaklaşmıştır ve bu tepkiyi anlamak zor değildir, çünkü bunlar sadece çocuk değil, canavarlar, farklı bir varlıktırlar ve bu nedenle tedavi edilmelidirler. Onlara karşı da farklı davranılmalıdır.
Mesih’in öğretisinin temel ilkelerinden biri, tüm yaşamın takdir edilmesidir. Zaman zaman yozlaşmış doğasını fark ettiğimizde bile yaşamı besleriz. Bu, temsil ettiklerinden ne kadar nefret edersek edelim, bu yaratıklardan hiçbirini öldüremeyeceğimiz anlamına gelir. Yapabileceğimiz şey onları kontrol altına almaktır.
Bu canlılar için yapılabilecek en iyi şey, onlara gidebilecekleri bir yer sağlamaktır, böylece dünya onların yozlaştırıcı dokunuşlarından korunabilir ve onlara çatışma getirmeden göreli bir barış içinde yaşama şansına sahip olabilirler. Bu talihsiz doğumların kargaşasından sonra ebeveynlerinin huzur bulabilmeleri için bu tür yerler sağlamak kilise olarak görevimizdir.
Din ırkçı mıdır?
Modern zamanlarda muhtemelen ilk defa bir Papa bu denli açık şekilde ırkçılığı teşvik etmişti. Artık meta-insanlık şeytanlardan farksızdı dindarların gözünde. Öldürülmeleri tanrı adına gerçekleştirilen bir arınmaydı. Bu sözlerin İslam dünyasındaki yangısıysa 2020 yılında İran’da Ayetullah Hamidullah’ın meta-insanlığa karşı topyekûn bir cihad başlatması olacaktı. Daha en büyüğü 9 yaşında olan çocuklar cihad adına öldürülüyordu.
Dini liderler neden aleni bir şekilde bu kadar sert bir ırkçılık propagandasında bulunmuştu? Duke, USC ve Augsburg Koleji’ndeki araştırmacılar tarafından 2010 yılında yapılan bir dinsel tutum analizi, dindar insanların daha ırkçı olma eğiliminde olduğu sonucuna varıyor ve ne kadar dindar olursanız, o kadar ırkçı olma eğiliminde olursunuz diye de ekliyor.
Yazarlar, dinin geleneklere uyumu ve saygıyı teşvik ettiğinin özellikle altını çiziyorlar. Dahası, bu gelenekler belirli bir ırk içinde uygulanma eğilimindedirler ve “grup içi kimliği” teşvik ederler. Irkçı tutumlar, “farklı diğerleri” kaynaklar için sizinle rekabete girdiği zaman din örtüsüne çok rahat saklanabilirler.
John Shook, kendini “inançlı” olarak tanımlayan ancak özellikle tek bir dine bağlı olmayanların ırkçı inançlara yatkın olmadıklarını belirtiyor. Nedenini ise şöyle açıklamayı tercih ediyor:
“Dinsel agnostikler, yaşamdaki dini / manevi tavrı, yaklaşımlarının tek doğru yol olup olmadığını bilmediklerini mütevazı bir kabulle birleştiren insanlardırlar. Dinsel agnostikler çoğulcudur, farklı insanların farklı dini yollardan nasıl zevk alabildiklerini takdir etmekte hiçbir sorunları yoktur ve hümanist değerlerin parlamasına izin veren de tam olarak bu durumdur. Dini dışlayıcılık, hümanist evrenselciliği yener, ancak dini çoğulculuk, hümanist evrenselliği güçlendirir.”
Kısacası katı gelenekler ve evrimsel hayatta kalma dürtülerinin bir karmaşası dindar kimselerin ırkçılığın pençesine düşmesini çok daha kolaylaştırır.
Peki ya liderlerin bundan kazancı ne?
Ama dini liderler bunu körükleyerek ne elde etmeye çalışıyorlar? Belki de çok sert bir örnek vermiş olacağım ama; Hannah Arendt, “Totalitarizmin Kaynakları”nda kötülüğün anlaşılması bağlamında Nazizmi ele alır ve özellikle Nazilerin organize ettiği toplama kamplarında yaşananları sorgular. Kötülüğün sembolü olan bu kampların anlamı nedir? Arendt, bu soruyu şöyle cevaplar:
Bu kampların ifade ettiği şey yalnızca halkı imha etmek ve insan onurunu kırmak değil, bunun yanı sıra, bilimsel olarak kontrol edilen şartlar altında, insan davranışının bir ifadesi olan kendiliğindenliği bizatihi ortadan kaldırmak ve insanları önemsiz bir şeye, hayvanların dahi olamadığı bir şeye dönüştürmek için dehşetli bir deneye hizmet etmektir; bildiğimiz gibi, aç olduğunda değil de bir zil çaldığında yiyecek yemek üzere eğitilen Pavlov’un köpeği sapkın bir hayvandı. Normal şartlar altında bu asla başarılı olamazdı, çünkü kendiliğindenlik yalnızca insan özgürlüğü ile ilgili değil aynı zamanda en az onun kadar sırf hayatta kalmak açısından bizzat insan yaşamı ile de ilgili olduğundan asla tamamen ortadan kaldırılabilir değildi.
Arendt’e göre, totalitarizmin amacı insanlar üzerinde baskıcı bir yönetim oluşturmak değil içerisinde insanların önemsiz, gereksiz olduğu bir sistemtesis etmektir. Bütünlükçü bu sistemin ve dolayısıyla da tek vücut iktidarın inşası ve idamesi ancak “kendiliğindenliğin” en küçük bir emaresinin dahi olmadığı, şartlı tepkiler ve kuklaların dünyasında mümkündür. Çünkü “insanlar ancak hayvan türünden insan örneği haline geldikleri zaman bütünüyle tahakküm altına alınabilirler”. Bundan dolayı totalitarizm ilk etapta insandaki tüzel kişiliği ve devamında ise ahlaki kişiliği yani bir anlamda da vicdanı hedefler. Bunları yok ettikten sonra geriye kalan sadece bireyselliklerini yitirmiş “hepsi Pavlov’un deneylerindeki köpek gibi davranan, kendi ölümlerine [gaz odalarına] giderken bile kusursuz uyumla karşılık veren ve tepkimeye girmekten başka bir şey yapmayan insan yüzlü ölü gibi solgun kuklaların, yaşayan cesetlerin fiziksel imhasındır.
İşte IV. John Paul ve Ayetullah Hamidullah gibi figürler de meta-insanlığı böyle bir vahşete sürükleyerek bu vahşete maruz kalanları ve gerçekleştirenleri insanlıklarından sıyırmak, kendi totaliteryalarını güçlendirmek niyetindeydiler muhtemelen.
İnsanları ani bir değişime nasıl tepki verir?
İran’ın sosyo-politik konumu ve coğrafyası nedeniyle işler bir meta-insan cihadı olmaktan çıkıp Irak-İran savaşına ve kompleks terörist oluşumlara dönüşmüş olsa da, Avrupa’da tepkiler bir bir yükselmeye başladılar. Aynı gün içerisinde, Çek Cumhuriyetinin Katolik halkı Vatikan’ın açıklamasına karşı sokaklara akın ettiler. Tam 20 gün sonrasında ise Fransız Katolik Kilisesinin başındaki isim Kardinal Eduard Duchamp sert bir cevap vererek Vatikan ile arasındaki bağı neredeyse tamamen kopardı.
Ve böylece kendimizi bir dönüm noktasında buluyoruz. Hangi yolu seçeceğimizi söylemek zor, çünkü bu aydan önceki dönemde, şu anda bizim için oldukça makul görünen bazı seçenekleri kısaca bile düşünmemiştik. Bu seçenekler çok yeni olduğundan, şimdi bunları tartışmanın zamanı değil, ancak dinleyen herkesin önümüzdeki haftalarda ve aylarda çok zor kararlar alacağımızdan ve uygun şekillerde ilerleyeceğimizden emin olabilir.
Ne yapmaya karar verirsek verelim, kararımızı kesin bir gerçeğe dayandıracağız; bir çocuğun nasıl göründüğüne bakılmaksızın Tanrı’dan bir hediye olduğu gerçeğine. Hazretlerinin bu konudaki görüş ve düşüncelerini anlamaya çalıştık, ancak bu bizim için anlaşılmaz olmaya devam ediyor. Kutsal Hazretleri, insanlığın görünüşlerine göre hangi insanların ruhu olup olmadığına düzenli olarak karar verdiği 17. yüzyıl zihniyetine geri dönmüş gibi görünüyor. Tarih – ve sağduyu – bize bu düşünce tarzının ne kadar çaresizce yanlış olduğunu gösterdi, ancak şimdi Kutsal Efendimiz bu hataları tekrarlamaya niyetli görünüyor…
Bir anne rahminden doğan her çocuğun saygı ve sevgiyi hak ettiğine inanıyoruz. Herhangi bir bireyin iyiliğini ve değerini, görünüşleri veya genleri değil, eylemleri ve yüreği ile belirlediğini düşünüyoruz. Tanrı bize işini yapmamız için birçok araç sağladı ve şimdi dünyada ortaya çıkan temayı kullanarak iyiliğin amacını ilerletebileceksek, bunu yapmak bizim kutsal sorumluluğumuzdur.
Tarihler 13 Eylül 2013’ü gösterdiğinde AGİ çocuklara ve ebeveynlerine karşı yapılan ırkçılıklar şiddetlenerek devam etmekte ve ardı arkası da kesilmeyecek gibi görünmekteydi. Vatikan Şehri’nde Papa IV. John Paul, sabahı ilk ışıklarıyla birlikte uykusunda ölmüş (?) bir şekilde odasında bulunur. IV. John Paul’ün meta insanlara karşı takındığı ırkçı görüşleri reddeden birkaç İrlandalı Katolik piskopos, bu durumu fırsat bilerek Katolik Kilisesi’nden kopar ve bunun yerine küçük bir kilise topluluğu olan İrlanda Kilisesi’ne katılırlar. Vatikan ise dağılmanın eşiğine gelen birliğine daha fazla zarar vermemek adına bu sert ırkçı tavrını XXV. John adını alan ve meta insanlara karşı ılımlı bir tavır takınan Brezilyalı bir kardinali göreve getirerek yok saymaya çalışır.
İnsanlar dini liderlerinin veya devletlerinin tepkileri önemsenmeksizin, kendi evlatlarını korumak için sarf ettikleri çabalardan asla vaz geçmezler. Ama ya bu durumda bulunmayan, koruyacak birisi olmayan insanlar ne kadar empati yapabilir? Yoksa tamamen bencil, hayvani içgüdülerle 2. Dünya Savaşı’ndaki vahşeti tekrar mı gerçekleştirirler? Bir dahaki bölümde bu soruların cevaplarını arayacağız.
Yorum yap