Brassed Off (Türkiye’de yayınlanan adı: Borunu Öttür)
Bir filmi yönetmek şüphesiz yetenek gerektirir. Aynı hayatımızı yönetmek, müziği yönetmek gibi.
Peki izleyici olarak bizler bu yeteneği görebilmek için fedakarlık yapmalı mıyız; izlemek için izlemek yerine, hikayenin felsefesini anlamak adına “bunu neden böyle söyledi ya da burada niçin bunu yaptı?” gibi sorular sormalı mıyız? Şüphesiz bu filmi izleme süremizi uzatacak ama derdini kavramamızı kısaltacaktır. Kastettiğim fedakarlık bu. Ve bence böyle olmalı.
Şimdi hayal edin lütfen. Müziğin, sanatın ciddiye alınmadığı, kömür madeninde, ama kömür değil kendi ölümlerini kazdıkları tünelde çalışan insanları düşünün. Hepsi erkek. Hepsi geçim derdinde. Hepsi ailelerini çok seviyor. Sabah madende çalışan akşam da kasabanın bandosunda müzik yapan erkekler. Hikaye filmin başında aniden tepetaklak oluyor. Yaşamak için çalışanlar birden çalışmak için yaşarken buluyor kendilerini. Maden kapanıyor. Artık bildikleri işten para kazanamayacaklar, erkek yerine konulmayacaklar bir süre. Akşamları da istedikleri için değil sırf alışkanlıktan bir araya gelecekler akıllarında “ben ne yapacağım şimdi ile”
Eğer ortada bir bando varsa orada bir maestro da vardır.
Üstelik o bir baba – madenden emekli, bir oğlu ve torunları olan. Ha bir de bandosu var; onun için onuru, umudu olan. Bu ikisi olmayınca bir hiç olan.
Bu olay sonrasında bandodakiler bir avuç çocuğa dönüşüyor, müziğin sesi kısılıyor.
Hep derim de pek ciddiye alınmaz. “ Bizi kurtaracak olan san’attır” diye. Maestro işte o an ayağa kalkar. Onlara hepsini bir arada tutacak tutkalı verir: Tutku. Hedef bellidir. Albert Hall’a çıkıp o seneki şehirler arası bando yarışmasını kazanmak.
Ama aksilikler hep arka arkaya gelir. Bu bizi şaşırttı mı? Şüphesiz hayır. Maestro kanserdir, hastaneye düşer. Ayrıca yarışma için 3.000 paund gereklidir. Kömür hayatlarını renksizleştirmeye, kendine benzetmeye devam eder. Ama o kömür aynı zamanda bir kıvılcım çakabilir ya da elmasa dönüşebilir, değil mi? İşte o ister kıvılcım ister elmas deyin gelir. 3.000 paundu bulurlar (bunu da anlatmayayım siz izleyin). İşte o kıvılcımı ateşe dönüştürmek için bir fırsat!
Büyük gün geldiğinde Maestroyu hastanede bırakıp (öyle zannetseler de – bunu kaçıracağını mı düşündünüz) Albert Hall’a çıkarlar. Maestro ve aileleri ceplerinde para yerine umutlarıyla desteğe gelir. O an ne mutlu bir andır.
Final tahmin ettiğiniz üzere, olmasını dilediğiniz gibi biter: Kazanırlar. Biz inandığımız için gerçekleşir bu. Gerçek inandıklarımız değilse nedir zaten?!
Teşekkür kısmını maestro yapar ve şöyle der: “Kendimiz çalıp kendimiz oynamayacağız, her şey güzelmiş gibi davranmayacağız. Bu ödülü kabul edersek basit bir haber olacağız. Ama almazsak belki nedenini daha iyi anlayacaksınız.” der ve kasabasının, dostlarının durumunu anlatır ve aslında kazanan değil de kaybeden olduklarını ifade eder(bu kısım gönül tellerimi titretiyor ve benim içimde de bir müzisyen olduğunu da gösteriyor).
Hikaye elbette gerçek işte bu yüzden izlenilesi.
Yönetmen: Mark Herman
Senarist: Mark Herman
Başroldekiler: Pete Postlethwaite, Tara Fitzgerald, Ewan McGregor
Yorum yap