Her yerde kendine bir rol bulabilen, bütün oyuncularla kolaylıkla çalışabilen Taika Waititi‘nin Sundance‘den, Hollywood‘a olan yolculuğuna beraber bakalım.
Taika Waititi Hayatı ve Diğer İşleri
1975’te Yeni Zelanda’da sanatçı bir babanın ve öğretmen bir annenin oğlu olarak dünyaya geldi Taika David Cohen. 5 yaşına vardığında ailesinin ayrılması yüzünden daha fazla annesiyle beraber olmaya ve annesinin soy ismini yani Cohen’i kullanmaya başladı. Annesinin yanında Onslow College ve Victoria University of Wellington’dan Bachelor of Arts derecesiyle mezun oldu.
Kariyerine ilk adımlarını Victoria University of Wellington’da okurken, parçası olduğu So You’re a Man isimli komedi grubuyla başladı. Grubuyla kazandığı başarılarının ardından aklındaki konulardan kısa film çekmek istedi. İlk kısa filmi Two Cars, One Night Oscar’da aday gösterildi. Kısa filmle beraber annesinden aldığı Cohen soy ismini babasının soy ismi olan Waititi’yle değiştirdi ve herkese Taika Waititi’nin kim olduğunu göstermiş oldu.
İlk uzun metraj filmi Eagle vs Shark 2007’de izleyicilere sundu. Ardından Flight of the Conchords, Radiradirah dizilerinde yazarlık; Super City, The Inbetweeners dizilerinden de ise yönetmenlik yaptı. Bu dizilerin arasına sıkıştırdığı Boy, Sundance Film Festivalinde ona beklediği büyük başarı ve kazanç getirdi. 2007’de Jemaine Clement ile çektiği kısa filmlerden biri olan What We Do in the Shadows: Interviews with Some Vampires filmini 2014’de uzun metraja geçirdiler. Bir sürü ödül toplayan ve herkesin sevdiği bu filmi 2019’da Fx’de dizi olarak devam ettirme kararı aldılar. Dizi de film gibi beklenen ilgiyi aldı ve yayın hayatına hala devam etmektedir.
Filmden 2 yıl sonra ise Wild Pork and Watercress isimli kitabın uyarlamasını olan Hunt for the Wilderpeople’ı çekti. Film stüdyolarının dikkatini çeken Waititi aynı yıl içerisinde Marvel ile anlaşmaya oturdu ve Thor’un devam filmi olan Thor: Ragnarok’u yönetme kararı aldı.
2019’a geldiğimiz de ise yine bir kitap uyarlamasıyla bize şaşırttı. Christine Leunens’ın, Caging Skies isimli kitabından Jojo Rabbit’i çıkardı ve en iyi uyarlama Oscar’ını kazandı.
Günümüze geldiğimiz de ise Thor’un devam filmi ve büyük ihtimalle de en başarısız filmi olan Thor: Love and Thunder’ı çekti. Yönetmenliğinin yanında başarısı sorgulana bilir bir oyuncu olan Taika Waititi neredeyse 50 film ve dizi de boy gösterdi, kimi zaman ise ikonik sesiyle bizi şaşırttı. Gelecek filmlerine geçmeden önce çektiği filmlerden biraz bahsedelim. Filmlerinin öncelikle konusunu ardından görüşlerimi yazacağım.
Eagle vs Shark (2007)
Jarrod ve Lily adın da toplumdan dışlanmış iki kişinin birbirlerine farklı şekillerde gösterdikleri sevgiyi ve aşklarını konu edinen film işin içerisine farklı konuları da katınca karmaşık bir yol hikayesine karşılıyor bizi.
Bu film herkes için bir başlangıç olmuş olacak ki Jemaine Clement ve Taika Waititi için çok farklı ve başarılı yollar açtılar. Herkes demek biraz güzelleme gibi olacak tamam kabul ediyorum, Loren Taylor hem filmin baş yazarı hem de başrol kadın oyuncusu bu başarılardan nasibinin alamamış gibi.
Film genel çevrede beğenilse de benim görüşüm sıkıcı hatta bazı yerlerinde düpedüz rahatsız edici olduğu yönünde. Karakterlerin sebepsiz yere toplumdan dışlandığını zannederek başladığım film, birkaç dakikanın ardından bu karakterlere sinir olmamı sağladı. Clement’in oynadığı Jarrod karakteri bencil, pislik, her türlü iletişime kapalı ve aşırı şekilde aptal. Sadece bunla yetmezmiş gibi ailesini de tanıyoruz ve buradaki insanların da Jarrod’ı artmayacak kadar yetersiz olduklarını görüyoruz.
Süreç boyunca karakter değişimini görmediğimiz baş karakter son 10 dakikada birden anlayışlı birine dönüşüyor. Filmlerin bir şeyleri sihirli bir şekilde oldu bitti yapmalarını anlamsız ve ucuz buluyorum. Kamera kullanımında olabildiğince yaratıcılıktan kaçılmış, çerçeveleme adına hiçbir şey yapılmamış, müzikler sadece filmin içine rasgele atılmış melodilerden ibaret. Filme her yeni giren karakter bir öncekini aratıyor.
Filmi tek sonuna kadar izleme sebebim Taylor’ın karakteri Lily’nin ve erkek kardeşinin tatlılığı ve sonda nasıl bir rol oynayacaklarıydı. Bu bekleyişim de dediğim gibi suya düşünce kendimi ekrana bomboş bakarken buldum. En azından uyumama yardım edecek bir şey buldum diye kendimi teselli edebildim.
Boy (2010)
11 yaşında Yeni Zelanda da yaşayan Boy’un hikayesini anlatıyor. Kardeşi Rocky ile beraber geçirdikleri günlerin üzerinden babası eve geri geliyor ve bu olay ikili için bambaşka yerlere gidiyor.
Taika Waititi’nin en son izlediğim ve en çok etkilendiğim filmlerinden biriydi. İlerleyen dönemlerde çektiği baş rolünde çocuk aktörlerin oynadığı filmlerin başarısının bu filme dayanıyor. Hem Waititi’nin baba rolündeki kendi oyunculuğu hem de çocuk oyuncular bu filmi empati kurulabilir ve gerçekçi yapmayı başarmışlar. Motivasyonlarını ve bu uğurda yaptıkları her hareketi bütün çıplaklığıyla bize gösteriyor Taika Waititi.
Ara sahneler de kullanılan çizimler çocukların bilinçaltını ve bize hala çocuk olduklarını gösteriyor. Hala çocuklar ama büyük olmaya zorlanmış çocuklar. Erkenden büyümek zorunda kalmışlar, “büyümüş” olanlar bile büyüdüklerini diğerlerine gösterme zorunluluğundalar. Büyüklüğün ve güçlülüğün kazandığı bu yerde ezilen, toplumdan dışlanan insanlar; küçük kalmayı seçen çocuklar, kızlar ve zihinsel engelliler oluyor. Filmin içinde bulunan komedi kahkaha attırmayı başarmasa da gülümsetti.
Diğer filminden sonra büyük bir sıçramayla Boy’u çeken Taika Waititi bir sonraki filmiyle de bu sektöre adını altın harflerle yazdıracak.
What We Do in the Shadows (2014)
Viago, Vladislav, Deacon ve Petry adında yüzyıllardır arkadaş olan bir grup vampirin Nick ve Stu adındaki kamera ekibine hayatlarını gösterdikleri bir mockumentary izliyoruz.
Mockumentary tarzını seven ve bunun komediyle harmanlamasından muhteşem sonuçlar çıktığını gören biri olarak bu filmin de o başyapıtlardan biri olduğunu görmek şaşırtıcı olmadı. Waititi ve Clement’in öğrencilik zamanlarından çektikleri kısa bir filmle yola çıkıp üstüne yaptıkları eklemelerle filmi daha modern ve izlenebilir bir hale getirmişlerdir. Taika Waititi’nin açık ara en iyi filmlerinden biri olan What We Do in the Shadows önceki filmlerinden sorunları tek tek gidermiş.
Akıllıca bir senaryo, yaratıcı bir konu, enfes oyunculuklar ve uyumlu bir müzikle harika bir iş ortaya koyulmuş diyebilirim. Bundan öncesinden çektiği ve sonrasında da çekeceği filmler arasında en iyisi. Bu başarı da tabii ki Jemaine Clement’in de parmağı var. Yönetmenlik ve yazarlıklarının yanı sıra başarılı oyuncu olan ikili burada da bu yönlerini göstermeye çekinmemişler.
Komik olan ise bu ikilinin hem en kötü hem de en iyi komedi filmi örneklerini yapmış olması. Yakın bir zaman da umarın tekrar bir araya gelip yeni projeler yapacaklarını açıklarlar.
Hunt for the Wilderpeople (2016)
Bir kitap uyarlaması olan film hırçın bir yetim olan Ricky’nin vahşi doğanın içinde yaşayan yengesi Bella ve doğadan daha da vahşi olan amcası Hec ile beraber yaşamaya başlamasını konu ediniyor. Mutlu bir aile tablosu çizildikten sonra bu tablo kötü bir haberle altüst oluyor.
Çocuk aktör yönetme konusunda başarısını bir kez daha gösteren Taika Waititi, Ricky (Julian Dennison) ve Hec’i (Sam Neill) çok iyi bir şekilde kullanmış ve karakter gelişimlerini seyirciye çok iyi şekilde aktarmıştır. Sıkıntılı olan noktalardan biri bu gelişim kitapta belki sayfalarca anlatılırken film içerisinde çok hızlı bir şekilde olmak zorunda kalmış. İkilinin beraber iyi anlaşabilmesi, beraber hareket edebilmeleri kısa bir zaman alsa da filmin ilerleyen dakikalarında yönetmen bize göstermeden hala aralarında çekişme olduğunu göstermeyi ihmal etmiyor.
Bir diğer sıkıntılardan biri ise karakterin çok karikatürize edilebilmesi ki film içinde çokça diyaloğu geçiyor. Ortam, müzik seçimleri, yan karakterler ne kadar güçlü olsa da ana hikaye sizi film içerisinde tutmaya yetmiyor. Bunu fark eden yönetmen de filmi kısa tutmaya çalışmış o zaman da önceki dediğim sorunlar baş göstermiş gibi. CGI kullanımı biraz göze batsa da filmin geneline etkileyen bir yanı olmadığından aklınızdan uçup gidiyor. Çok unutulmaya yatkın bir film.
Thor: Ragnarok (2017)
Marvel’ın güzel ve izlenebilir olduğu dönemlerde geçen Thor hikayesini bir daha izlemek yüzüme bir tebessüm yerleştirdi. Thor’un evine geri dönüp babasını aradığı macera onu bir şekilde çökmüş bir sistemin hüküm sürdüğü Sakaar’a götürüyor. Eski dostlar ve yeni müttefiklerle tanışan Thor evine geri dönmenin ve gelecek olan kıyameti durdurmanın yollarını arıyor.
Marvel’ın filmlerinin ilk başlarında Thor hep dışlanan hep üvey çocuk olmuştu. Oyuncu kadrosu ne kadar iyi olursa olsun hikayesi yüzünden hep karamsar havada ilerliyor noir bir yarı tanrı hikayesi veriyordu bize. Bu ortamın oluşmasındaki en büyük sebep ise yönetmen seçimleriydi. İlk filmi benim için başarısız bir yönetmen olan Kenneth Branagh, ikinci filmi ise bu film için uygun olmayan Alan Taylor yönetmişti. Üçüncü filme geldiğimizde Marvel, Thor’un üstündeki o havayı atmak ve yeni bir karakter portresi yaratmak istedi. Bu portreyi de Taika Waititi’den başkası yapamazdı.
Üçüncü filmin getirdiği başarıdan sonra Thor daha sevilebilir bir karakter haline geldi, peki bu nasıl gerçekleşti? Yönetmenle aynı öneme sahip yazar kadrosunun başarılı bir iş çıkardığını ve Waititi’nin de bu sayede rahatlıkla karakter üzerinde çalışabilecek ve detaylara uğraşacak bolca zamanı olduğunu söylemek isterim. Film içinde kullanılan her sahne film için öneme sahip sadece içi dolu olsun diye koyulan sahnelerden ibaret değil. Karakterler cidden dönemlerden ve duygulardan geçiyor bunu rahatlıkla görebiliyoruz.
Waititi için söylediğim “çocuklarla iyi çalışan bir yönetmen” sözü aynı zaman da çocuk ruhlu olanlar için de geçerli bu yüzden Chris Hemsworth ve Tom Hiddleston ile çok rahat anlaşabilmiş. Diğer oyuncularla da arasını soğutmayan Taika Waititi güzel müzik seçimleriyle de filme güzel bir nokta koymuş. Ne güzel bir daha kötü Thor filmi izlemek zorunda kalmayacağız. (Stan Lee’yi bir daha Cameo olarak görmek tatlıydı.)
Jojo Rabbit (2019)
2. Dünya Savaşı zamanında geçen, küçük bir çocuğun arkadaşı olarak Hitler’i görmesi ve Nazilere sempati beslemesini konu alan bir kitap uyarlaması filmdir.
Başrollerimiz kariyerine ilk adımı bu filmle atan çocuk aktörümüz Roman Griffin Davis ve Hitler rolüyle bizi karşılayan Taika Waititi. (Bu adamın bu kadar farklı rollerde oynaması ve oynadığı her rolle bana karışık duygular yaşatması çok saçma. Kendi filmlerinde oyuncu, animasyonlarda ise seslendirmen olarak çok başarılı. Sonra ise Green Lantern ve Free Guy gibi rezilliklerde oynuyor, bu filmlerde ise berbat hatta rezil oyunculuklar sergiliyor.) Diğer filmlerinden konu olarak farklı bir yol izlemiş gibi görünse de yine çocuk psikolojisi merkezli bir film çekiyor.
2. Dünya savaşının acımasızlığını, ayrımcılığını ve şiddetini biraz yumuşatarak komedi şekilde anlatıyor. Daha önce drama ve çarpıcı gerçekliğe alışık olduğumuz bir konunun bu şekilde modern bir anlatıda sunulması, seyirciye kaliteli ve uğraşılmış bir film izleme deneyimi yaşatıyor. Film içerisinde yer alan her oyuncunun iyi oynaması, minik Jojo’nun çocuk aklıyla kurduğu hayaller ve bu hayallerin filmin ilerlerine doğru yavaş yavaş çökmesi, müzikler, kostümler filmin iyi olan yönleri. Kötü taraflar ise filmin başlangıcının biraz sıkıcı ve yavaş akması fakat başlangıcından sonra güzel bir anlatı sunması diyebilirim. Taika Waititi’nin en iyi yapımlarından biri olmasa da kesinlikle izlenebilirliği olan güzel bir uyarlama film.
Thor: Love and Thunder (2022)
Her güzel şeyin bir sonu varmış cidden. Endgame’den sonra Thor’un neler yaptığını gösteren bir film. Bu filmin konusunu bile yazarken o kadar duraksadım, o kadar düşündüm ki. Konuya bunu eklesem mi, çok mu eksik, bu film hakkında cidden konuşmak istiyor muyum?
Bütün seyircilerini Endgame sonrası kaybeden Marvel’ın ileriki zamanlarda ne yapacaklarını göstermek için yaptıkları bir sunum da Waititi’ni tekrar yönetmen koltuğuna geçtiği bir Thor filmi görünce umudumu kaybetmemiştim. Phase 4’te çıkan bütün filmleri ve dizileri izlemeye başladım, hepsi teker teker beni hayal kırıklığına uğrattı, Marvel’a karşı kurduğum duyguları kaybetmemi sağladı. (Aradan sıyrılan birkaç yapım beni heveslendirse de şu zamanlarda çıkan son birkaç iş bütün moralimi bozmaya yetti.) Tek tutanağım Thor’du, bu kabustan beni o kurtaracaktı. Benim tatlı çocuğum.
Film çıkmadan birkaç gün önce IMDB sayfasında geziniyordum, bir önceki filmde yazar olarak çalışan üç kişinin yerini Jennifer Kaytin Robinson’un aldığını gördüm, işlerinin arasında lise ve üniversite de geçen bayat komedi/dram/romantik filmler gördüm. Umudunu kaybetme Taika Waititi var ne de olsa, oturup sıfırdan yaptığı bir karakterin yanmasına müsaade etmez dimi? Etmiş.
Film çıktığı an görebildiğim her yerden kötü eleştiriler aldı. Kendim de seyrettiğim de filmi eleştirilerin haksız olduğunu, yaptıkları eleştirilerin yumuşatılmış olduklarını fark ettim. İlk iki filmin kalitesin de sadece içine aptalca komediler ekleyerek, bir ton gereksiz sahne koyarak, uğraşlarla yapılmış bir karakteri hiç saymışlar. Filmi romantik/komedi yapmışlar. ALO! POLİS!
Film boyunca Thor’u, eski sevgilisi Jane Foster’ı yeni adıyla The Mighty Thor, eski çekici Mjolnir ve yeni baltası Stormbreaker’ın arasındaki aşkı seyrediyoruz. Araya eski filmde tanıdığımız karakterler giriyor, komiklik yapıyorlar. Tanrıların gezegenini görüyoruz, ucuzca oynanmış ve daha iyi olabilecek bir Zeus seyrediyoruz. Yanlış anlamayın ben bu filme öfkeli değilim hayır, hiç değilim. Sadece koca bir boşluktan ibaret, gereksiz bir para harcaması ve koca bir zaman kaybı. Film içerisinde herhangi bir sahne, herhangi bir diyalog benim dikkatimi çekmedi, kimsenin de çektiğini düşünmüyorum.
Kötü karakterimiz God Butcher: Gorr sevdiğim oyunculardan biri olan Christian Bale tarafından oynanıyor ve Bale herkese nazaran iyi bir iş çıkarmayı yine başarıyor. Buradaki sıkıntı ise Bale’in karakterinin dakikalar içinde kötü olması ve bize o adımları göstermemesi, kötü adamı anlamı zorlaştırdı. Hatta zorlaştırdı ne kelime, ben elimi uzatmaya çalışırken elinin tersiyle vurdu bana.
Karakterle o kadar kopuk, o kadar uzak ki, bundan Gorr da nasibini alıyor. Bir önceki filmde o kadar üstünde durmasam da kötü karakterimiz hatta kötü karakterlerimiz o kadar güzel bir şekilde resmedilmiş ve bize sunulmuştu ki, kendimizi onlar yerine koyabiliyor ve motivasyonlarını takip edebiliyorduk. Bu filmde bunlar o kadar hızlı şekilde oluyor, araya o kadar saçma şey giriyor ki zorluk çekiyoruz.
Spoiler olamasın diye buraya eklemediğim ama bir o kadar da anlamsız olan sahne var ki. Filmin fragmanında da gösterilen siyah beyaz alan, sadece görsel olarak orada duruyor. Yeni bir şey denenmiyor hatta orada olan şeyler bile hızlıca olup bitiyor. Genel bir sorun olan CGI kullanımı bu filmde de çok komik sahneler yaratıyor. Heimdall’ın çocuğunun açtığı portalın çirkinliği bir türlü aklımdan gitmek bilmiyor. Film için denilebilecek en anlamlı söz, bir önceki filminin ucuz ve uğraşılmamış bir kopyası olması, olurdu.
Son Söz
Yaptığı çoğu filmle, oynadığı çoğu rolle beni kendine hayran bıraksa da son yaşadığımız tatsızlıklar yüzünden kendisinden biraz uzaklaştım. Umudum hala tükenmiş değil daha iyi işler yapacağına, yaratıcı fikirler bulacağına hala inancım sonsuz. Yeni gelecek filmlerini beklerken yaptığı dizilere de göz gezdirmek istiyorum. Yeni gelecek filmlerinin arasında 2023’te çıkacak Next Goal Wins, başarılı bir çizgi romanın uyarlaması olan The Incal ve kendisinin yöneteceği isminin daha belirlenmediği Star Wars filmi dikkatimi çekenler arasında.
Yorum yap