Cannes 2020 etiketli “Druk” Türkçe adıyla Körkütük’ü geçtiğimiz günlerde izleme şansına eriştim. Her ne kadar Cannes’da pek ilgi görmese de Oscar ve Bafta’da bence hak ettiği başarıya erişti. 2021 Oscar ödüllerinde En İyi Uluslararası Film ödülüne ulaşan Vinterberg, öncesinde Bafta Ödüllerinde elde ettiği ödülle adeta bunun sinyalcisi olmuştu. Kendi adıma son dönemlerde izlediğim en iyi film diyebilirim. Bu yazıda da gerek hikaye gerek düşünce olarak elimden geldiğince bu filmi ele alacağım.
Norveçli filozof Finn Skårderud, insanın kanında belli bir düzeyde alkolle daha mutlu ve verimli bir hayat süreceği teorisiden yola çıkarak Vinterberg kendi sinemasına unutulmaz bir eser daha bırakmış. Druk bir teoriyle ortaya çıkan senaryosunun arkasında o kadar çok konuya değinirken bir o kadar kısa ve öz bir gerçekliği ‘hayat’ı ele almış. Filmde Martin rolünü oynayan Mads Mikkelsen’in de dediği gibi ‘hayat’ı kucaklamış.
Hikaye
Gelelim filmimize Scarlet Pleasure – What a Life şarkısı eşliğinde açılışı yapıyor. (Size de tavsiyem bu şarkı eşliğinde okumanızdır.) Liseli gençlerimiz bir gölün etrafında içki içme yarışması yapıp eğlenmektedir. İlk dakikasından itibaren Körkütük başlıyor gerçekten. Sonrasında bizi buhrana sürükleyecek bir dinginlik ve tek düzelikle ana karakterimiz Martin ile tanışıyoruz. Hayata ilgisini kaybetmiş, eşiyle ilişkileri yüzeyselleşmiş, kendi kendisini bile sıkıcı bulmaya başlamıştır artık Martin. Ancak küçük bir kıvılcım beklemektedir aslında. Eşiyle konuşmaya çalışmasında bunu görürüz. Lakin artık hayatın eğlencesinden fazlasıyla yoksundur. Farklı branşlarda öğretmen olan Martin ve arkadaşları içlerinden birisinin 40. yaşını kutlamak üzere toplanırlar. Doğum günü çocuğu Nikolaj, filme ilham olan teoriyi dile getirir. 4 arkadaş bununda gazıyla içmeye başlarlar. Ve Martin’in kederini paylaştığı anlara tanık oluyoruz. Belki de final sahnesi dışında en iyi performans sergilediği sahne olmuş Mads’in.
Deney
Daha sonraki gün Martin o adımı atar ve teoriyi sınar. Olaylar silsilesi birbirini kovalarken 4 arkadaş kendilerini bu teorinin sınandığı ‘gizli’ bir ‘deney’ içerisinde bulurlar. Buna göre sabahtan akşam 8’e kadar kanlarında belli düzeyde alkolle geçirecekler. Haftasonları ve tatillerde ise içmek yasak. Burada görüyoruz ki 4 yetişkin insan, insan doğası gereği bu temelde riskli ve mantıksız hamleye bir mazeret bulmaya, bir temellendirmeye çalışmaktadır. Bu şekilde işlerinden olabilecekleri bu ‘deney’i devam ettirirler. Bu çokça insanca değil mi?
Sahneler birbiri ardına kayarken görürüz ki Martin hayatını yavaştan yoluna koymaya başlar. O kıvılcım kendisini alkol olarak alevlemiştir. Okuldaki dersleri daha aktif geçmeye başlar. Eşiyle ve ailesiyle eğleniyordur artık. Sıkıcı birisi gitmiş yerine kendisine güvenen bir Martin’i bırakmıştır. Benzer etkiler diğerlerinde de görülmeye başlar. Ancak insanoğlu bu tabi ki her daim biraz fazlasını ister ve gittikçe promil miktarı artar. Bunu da deneyin ikinci kısmı olarak adlandırırlar. Bütün bunlar olurken ilginç bir şey olur. Martin ailesiyle bir tatile gider ve sıfır alkolle hala çok eğlenir. Bu da bize gösteriyor ki aslında bir kıvılcımdı alkol sadece. Ne yazık ki bunun pek de farkına varılmaz ve filmimiz çöküşe doğru gider.
Kırılma Noktası
Bu teoriyi dengede götürmenin ne kadar zor olduğunu görürüz. Burada da bence asıl mevzunun alkol olmadığını anladığımız kısım göze çarpıyor. Ancak ne yazık ki Tommy bu deney yüzünden kovulmuştur. Hüzünlü bir vedası olur kendisinin filme. Her şey aynı alkol alımı gibi gittikçe kararırken en dipte olduğumuzu anlarız film içinde. Ve o an bir küçük kıvılcımla ‘hayat’a sarılır Martin. Yine aynı şarkıyla ve unutulmaz bir dans gösterisiyle içimizde bir şeylere dokunarak biter.
Druk ‘taki dört ana karakterimizi ayrı ayrı ele almak istiyorum. Zira hepsi çok küçük detaylarla o kadar derin ve güzel işlenmiş ki. Filmin havasına ve aurasına girmemek, kendini onlarla beraber bulmamak elde değil.
Martin
Ana karakterimizle başlayalım. Kendisi idealist ve hayalleri olan bir eğitimci-araştırmacı tarihçi iken sıkıcı, bir beklentisi, amacı olmayan birine dönüşmüştür. Uzaktan bakınca klasik bir orta yaş krizi açıkçası. Ama gelin görün ki içinde bir varoluş krizi barındırmaktadır. Bunu da filmin başında eşine sorduğu çok ilginç bir soruyla görüyoruz. “Ben nasıl sıkıcı biri oldum?”. Kendisinin evrimine, dönüşümüne şaşıp kalıyor. Dönüp bakınca hepimiz o kadar değişen varlıklarız ki tüm bunların anlamı ne, neden böyle, ne için yarın var, niye hayata sarılmalıyız ki, niye varız ki?
Aslında burada pek bilmediğimiz için yorum yapmaktan da kaçındığım bir konu var. Eşi Anika ile olan ilişkisi. Martin birbirimize beraber yaşlanmak için söz vermiştik diyor. Buna karşın Anika, Martin’in bu depresyonunda ne derece ilgili olduğunu açıkçası biraz sorguladım. Ama o başlangıç dönemine hakim olmadığımız için pek de yorum yapılamaz sanırım. En nihayetinde ikisi de mutlu olduktan sonra bana da ancak mutlu olmak düşer.
Nitekim Druk ‘ın final sahnesinde o kadar karanlığın içine düşen Martin, simsiyah kıyafetler içerisinde umudu tadar. Mezun olmuş öğrenciler beyazlar içerisindedir. Sahile geldiklerinde simsiyah olan Martin, o beyaz kıyafetli gençler içerisinde hayata sarılır ve 21. yüzyılın benim için en güzel dans sahnelerinden birisi ortaya çıkar.
Peter
En yoğun işlenmiş karakter sanırım Peter. Kendisini Nikolaj ve Martin aksine daha az görüyoruz. Yalnız bir hayat süren Peter, öğrencileriyle de öyle pek bir bağ kuramamaktadır. Buna karşın içinde az miktarda da olsa bir eğlence kaldığı görebiliyoruz gerek yemek sahnesindeki enerjisi ve güler yüzlülüğü ile. Ancak gelin görün ki bir çocuğu olmasını istemektedir. Buna karşın hayatına birini alma konusunda da hep gerilen birisi olmuştur. Bu konuşmanın hemen ardından okulda bir öğrenciye dokunabileceğini fark eder. Bu o kadar içimi ısıttı ki. Biz insanlar aslında ne kadar basit varlıklarız belki de. Sadece küçük bir dokunuşla birbirimize bütün o kan bağı, evlilik ahdi gibi etiketlerin ötesine bile geçebiliyoruz. İnsan o kadar sosyal bir varlık ki sanırım birbirimizle kurduğumuz köprüler içimizde hayata karşı bir umut ve neşe getiriyor. Öyle ki filmin son sahnesine geçerken öğrenciler Peter’ı havaya atarlar. Peter çocuklar gibi şendir. Kendisini havaya attıkları için o kadar mutludur ki. Şuan bu kelimeleri yazarken bile tebessüm etmeme sebep oluyor. Kısa, öz ve çarpıcı bir oyunculuk olduğunu da söylemeden geçmeyeyim.
Tommy
En yalnız karakterimize geldi sıra sanırım. Kendisi az önce oluşan tebessümü yüzümde dondurdu. Eşinden ayrılmış, köpeği dahi yaşlanmış bir spor hocası o. Buna rağmen gönüllü olarak çalıştırdığı küçük çocuklardan oluşan takımı ve oradaki gözlüklü küçüğümüz bize adeta diyor ki o kadar yalnız ve katı gözüken bu adam, aksine bir doğaya sahip. Ancak hayat onu buraya sürüklemiş ve kendisini alkolün pençesinde bulur. Bu karakterin var olması filmin doğasını gerçek doğamıza o kadar yakınlaştırmış ki. Çünkü hayat gerçekten o kadar toz pembe değil. Her şey iyiye gidecek diye bir şey de yok. Ama o iyilik de sanki elimizde. Aynı o küçük çocuğun elini tutması gibi belki de bazen hayatın elinden biz tutmalıyız biraz da. Yine de her şey kötüye gidebilir tabi ki. Peki çözüm intihar mı? Açıkçası ben de bilmiyorum. Hiçbirimiz bilmiyoruz aslında. Ölüp dirilen yok aramızda sonuçta. Bilmek ve inanmak apayrı kavramlar. Ancak bir şeylere inanabiliriz. Tommy de bu hayatı bitirmeye inanıp aramızdan ayrılıyor, bunu da o güzel teknesiyle adeta filmdeki bütün kötülükleri de yüklenip gidişiyle yapıyor.
Nikolaj
Ekibin deney sorumlusu, psikaytri dersi veren karakterimiz. Belki de benim adıma en sığ karakter Nikolaj’dı. Teorileri öne atıyor ve ekibe yaptıkları şeyin bir deney olduğuna inandıran kişi kendisi. Bunun yanında küçük çocukları olan bir aile babası. Eşiyle pek iyi irtibat kuramamasına karşın birbirlerini sevdikleri belli oluyor açıkçası. Ya da öyle umut ettim ben. Dediğim gibi ekran süresi yüksek olmasına rağmen kendisi hakkında pek detaya erişiyor muyuz? Bence yeteri kadar değil. Bu da bir yerde normal çünkü aslında filmimizin dayandığı dayanak o. Filme yön veren, ekibi sirküle eden, olayları başlatan kişi. Bunun yanında algısı da bir hayli yüksek. Martin’i güzel analiz etmiş olan bu karakter. İzleyiciye olaylara baktığı konum itibariyle en yakın kişi aynı zamanda.
Son olarak Druk içerisindeyken bulunduğum duygu durumu değişimlerini de eklemek isterim. Bir buhranla başlayan filmde deney ilerledikçe keyiflendikçe keyiflendim. Gelin görün ki sanki her zirvenin bir de inişi olduğu gibi. En yüksekten bizi aşağı bırakmış Vinterberg. “Totally Oblivion” gerçek bir karanlığa erişiyor. Bu karanlıktan ise sanki bulutların arasından süzülen ışık gibi umut taneleri düşmeye başlıyor ve müzik tekrar başlıyor. O an fark ediyorum ki düşerken bile manzara çok güzel. “What a Beautiful Life“
İşlediği Fikir ve Aforizmalar
Druk kurgusunun içindeki kukla yönetmen Nikolaj, konuşmaları ve dersleriyle bize düşünecek pek çok malzeme veriyor. Bunlardan birkaçını ve dolaylı yoldan aktarılanlardan birkaçını ele almaya çalışacağım.
Søren Kierkegaard
Bir Danimarka yapımında Kierkegaard görmek pek de tuhaf sayılmaz sanırım. Nitekim klasik yerellik dokunuşuna bunları da eklemiş Vinterberg. Varoluşçuluk akımının da öncülerinden kabul edilen Kierkegaard, bu film için biçilmiş kaftanlardan birisi denebilir kolaylıkla.
- “To dare is to lose one’s footing momentarily. Not to dare is to lose oneself.”
“Cesaret etmek, bir an için dengeni kaybetmektir. Cesaret etmemek, kendini kaybetmektir.” Aslında bu söz dönüp baktığımızda filmin bütün kalbini oluşturuyor. Teoriyi sınamaya kalkışmaktan tut Martin’in ilk başta eşiyle konuşmaya çalışması olsun. Görürüz ki Martin, dengesini kaybetme riskine karşın kendini kaybetmemiştir. Tommy ise tam aksine kendisini kaybetmiştir. Neden böyle dediğimi açıklayacak olursam, bize filmde gösterilen o küçük gözlüklü çocuk Tommy’e sunulan bir fırsattı diye okuyabilirim. Çocuk onla bir bağ kurmuştu. Hayattan kopan Tommy ise buna cesaret edemedi. Belki çocuğa daha fazla yakınlaşsaydı, buna cesaret edebilseydi, kendini kaybetmezdi. Filmde bunu Tommy’nin intiharıyla daha net bir şekilde görüyoruz. Aksine Martin ise cesaret etmiş ve dengesini gerçekten kaybetmiştir. Lakin yaşama sarılmayı bilmiştir.
- “What is youth? A dream. What is love? The dream’s content.”
“Gençlik nedir? Bir rüya. Sevgi nedir? Rüyanın içeriği.” Filmimizin açılış dörtlüğü yine Kierkegaard’a ait. Açıkçası burada biraz çeviri düşünceyi de etkiliyor sanırım. Ben de Danca’sından emin olmamakla beraber Aşk mı yoksa Sevgi mi deniyor emin olamıyorum. Bana kalırsa sevgi kavramı üzerinden bu filmi ele almak daha mantıklı olacaktır. Klasikleşmiş aşk kavramını pek de ele aldığını söyleyemeyiz çünkü. Temelde insan sevgisi diyebiliriz, bakıldığı zaman gerek 4 arkadaşın birbirine duyduğu gerekse diğer insanlarla iletişimlerinde temel olan şey birbirine değer vermektir.
Buradan filmde Kierkegaard’ın felsefesini anlatan Sebastian’a gelecek olursak onun tabiriyle kişi kendini hata yapabilir, başarısız olabilir olarak görmelidir ki insanları ve diğer şeyleri sevebilsin. Filmin ikinci dayandığı nokta budur. Bu iki durum birbirini oldukça benzemektedir zaten.
Druk Filmindeki Diğer Figürler
Hemingway’den tutun Churchill’e oradan Hitler’e kadar uzanan birbirine benzeyen ve ayrışan figürleri ele alırken bize temelde bir noktaya dikkat etmemizi işaret ediyor. Kişileri yargılamayın. Yaptıkları eylemler onların yapacaklarına işaret de edebilir etmeyebilir de. Aslında günümüz toplumunda iyice sıklaşan bir profile sahip olma kaygısı, bir duruş çizme durumu var. İnsanları en basitinden sosyal medya hesaplarıyla belirli bir çizgiye oturtmaya çalışırız. Ancak filminde dediği gibi insanlar bunlarla anlaşılamayacak kadar garip varlıklardır aslında. Veya kişilere karşı bir yargıda bulunmak ancak bizi değer vermekten uzaklaştırabilir.
Teknik ve Thomas Vinterberg
Druk Filmin Kamera Kullanımı
Filmdeki kamera kullanımını gelecek olursak en dikkate değer şey alkol kullanımıyla artan akışkanlık. Filmde tüketim arttıkça, sarhoşken kameramız fazlasıyla hareketli ve dinamik değişimlerde bulunuyor. Buna karşın alkol kullanımının olmadığı anlarda yerine hafif titremeler barındıran bir statikliğe bırakıyor. Pek emin olmamakla beraber Dogma 95 izleriyle beraber statik anlarda dahi hafif titrek bir objektif kullanmış olabilir yönetmenimiz.
Thomas Vinterberg
Danimarkalı Vinterberg, avrupa sinemasında iz bırakmış yönetmenler arasında saysak kimse itiraz etmez herhalde. Bu eseriyle kendisine yeni bir kale kazanan Vinterberg, henüz 26 yaşında ülkedaşı Lars von Trier ile birlikte Dogma 95 adında bir harekete öncülük etmiştir. Temelde 90’lar sinemasının dayandığı tabuları yıkmayı amaçlayan Vinterberg, The Hunt başta olmak üzere pek çok filmiyle de dikkat çekmişti. Bu filmin çekimleri sırasında kızı İda’yı kaybeden yönetmenimiz, kızının hep hayata sarılan biri olduğunu, bu filmi de ona armağan ettiğini dile getiriyor.
Dogma 95
Vinterberg’den söz etmişken Dogma 95‘ten kısa da olsa bahsetmemek olmaz. Avangart hareket günümüz avrupa sinemasının geldiği noktada etkileri olan bir bildiri desem pek de yanlış olmaz. Artık fabrikalaşan film sektöründe belirli tabuları yıkan hatta amacının tabusuzluk olduğu hareket on yıl sonra feshedildiğini de açıklıyor. Vinterberg, hareketten bahsederken amaçlarının kategorisizleştirmek olduğunu da dile getiriyor. Günümüz sinemasının da artık iyice fabrikaya döndüğü göz önüne alırsak bunun gibi çıkışlara ihtiyacımız var sanırım. Zira artık Hollywood başta olmak üzere bir formül üzere çekilen yüzlerce film gördük. Buna karşın hala kar etmekteler. Burada da çok güzel ve temel bir soruyu ortaya çıkarıyor. Sinema 7. sanat mı? Yoksa ekonomik bir tüketim ürünü mü?
Yorum yap