BU ARKA SOKAKLAR, FARKLI SOKAKLAR
Geçen haftaki yazımda, bir sonraki yazının Polisiye Dizi serileri içinden Fantastik Polisiyeler temalı olacağını belirtmiştim. Tavsiye etmek istediğim söz konusu polisiyeler ile ilgili bir liste yapınca gördüm ki, liste tek haftada kaleme alınmayacak kadar uzun. Ben de söz konusu listeyi “artık aramızdan ayrılmış kült yapımlar” ve “şu sıralarda ilgiyi üzerine çekmiş olan popüler yapımlar” olmak üzere iki gruba ayırdım. O halde, şimdinin popüler isimleri ile listenin ilk yarısını paylaşma zamanı…
“SHERLOCK YETMEZLER” İÇİN
“Sherlock Holmes ile fantastiğin ne ilgisi var?” diye sorduğunuzu duyar gibiyim. Cevabım, edebiyat ve televizyon tarihine, Sherlock Holmes kadar eksantrik bir karakterin nadiren gelmiş olduğu ve her ne kadar gerçekçi bir kurguya oturtulmuş olsa da, Sherlock’un varlığının dahi, içinde ünlü dedektifi barındıran herhangi bir yapımı yeterince fantastik hale getirdiğidir. Son dönem karşımıza çıkan yapımlar, ünlü kahramanı günümüz dünyasına taşımış durumdalar. Benedict Cumberbatch ve Martin Freeman’ın başrollerini paylaştığı Sherlock dizisini hepimiz biliyoruz, hatta birçoğumuz dizinin iflah olmaz hayranlarıyız. Ben de sağlam bir Sherlock hayranı olmama rağmen, Elemantary dizisini de en az Sherlock kadar sevdiğimi, hatta 3 sezona yayılan 72 bölümü sayesinde beni Sherlock Holmes’a daha fazla doyurduğunu söylemem lazım. Üstelik, magazin dünyasında “Angelina Jolie’nin eski eşi” olarak bilinen Jonny Lee Miller’in Sherlock Holmes rolünde en az Benedict kadar başarılı olması da cabası. Moriarty ve Dr. Watson gibi serinin kült karakterlerinin ekrana kadın olarak getirilmesi, dizinin eleştirilmesine neden olmuş olsa da Lucy Liu ve Natalia Dormer’ın karakterleri çok başarılı bir şekilde canlandırdıklarını ve dizinin 4. sezonunun 5 Kasım’da başlayacağını belirtmekte de fayda var. “Bana tek bir doz ver de, neyle karşı karşıya olduğuma bir bakayım” diyenlere, 1. sezon 23. bölümü olan “The Woman” isimli bölümü öneriyorum. Zaten Sherlock Holmes külliyatını bilene, isim çok şey söylüyor…
TEKNOLOJİK DİSTOPYA MERAKLILARINA
Gelelim hayatım boyunca en yoğun hayranlık duyguları beslediğim karakterden, son yıllarda en koyu hayranlarından biri olduğum yapıma. Daha önceki yazılarımı takip edenler, 2014 – 2015 sezonu ödüllerini Person of Interest dizisine nasıl hunharca dağıttığımı görmüşlerdir. Nereden başlamalı, nelerden bahsetmeli gerçekten bilmiyorum. Lost dizisinde Benjamin Linus karakteriyle türün tutkunlarının radarına giren usta oyuncu Michael Emerson’a, yıllanmış şarap misali her yeni projesinde daha da büyüleyici performanslar sahneleyen Jim Caviezel’in eşlik ettiği dizide, aynı zamanda kült vampir dizisi ANGEL’da Winifred Burkle karakteri ile bir nesli kendine aşık eden Amy Acker rol almakta. Teknolojinin özgür iradeyi denetimi altına sokmaya başladığı distopik bir gelecekte, suçları önceden tahmin edip engel olmakla yükümlü bir yapay zekanın, yaratıcısı tarafından ehlîleştirilmesinin ve söz konusu yapay zekaya “insan sevgisi” ve “insani erdemler” gibi kavramların öğretilmesi ile birlikte “insanlığı kurtarmaya” ve “insanlığı yok etmeye” odaklı iki ayrı yapay zekanın çarpışmasının anlatıldığı dizinin, en tatlı sürprizlerinden biri, üstteki satırlarda birkaç kelime ile özetlemeye çalıştığım çetrefilli hikayenin, bölümler ilerledikçe katman katman kendini açması sonucu, standart bir polisiyenin, son yılların en iyi dizisine dönüştüğü gerçeği. Dizinin bağımlısı olup olmamaya karar vermek için yapılacak en iyi hareket, hala birçok hayran tarafından en iyi bölümlerden biri kabul edilen ilk sezon dördüncü bölümü “Cura Te Ipsum” (Caviezel’in canlandırdığı Reese karakterinin, bir tecavüzcüye unutulmaz bir ders verdiği bölüm) ve bugüne kadar, televizyon dünyasında ender görülen bir yaratıcılıkla kaleme alınmış olan, dördüncü sezon 11. Bölümü “If-Then-Else” (Bu bölüm anlatılmaz, sadece izlenir ve yaşanır, diziyi izlemeyeceksek dahi, işi gücü bırakıp, bir 40 dakika şu bölüme göz atmalı… pişman olmazsınız!)
LEVERAGE’I ÖZLEYENLERE
Leverage’ın ne olduğuna önümüzdeki haftanın yazısında değineceğiz, ancak şimdilik şunu söylemeliyim ki, 5 sezon boyunca ekranlarımızı süsleyen Leverage, yayından kaldırıldığında, tüm izleyicilerine “Bir 5 sezon daha giderdi bea!” dedirtmişti. Leverage’ın iflah olmaz hayranlarından biri olarak, kırık kalbimi onarmanın çarelerini ararken Scorpion çıktı karşıma. Kabul etmek lazım ki, Scorpion bir Person of Interest değil. Ama “Ya şimdi, Person of Interest iyi hoş da, senaryoyu takip etmek zor, çok karışık, yok mu bana şöyle rahat izlenecek, aklımı boşaltabileceğim, iyiler kazanıp, kötüler kaybettikçe “NiHaHa!” diye gülüp, katharsis’e ulaşabileceğim bir şey? (Size ödev, bakın bakalım katharsis neymiş)” diye soracak olursanız, işte tam da yerine geldiniz. Dizinin konusunun bilgisayar uzmanı Walter O’Brien’in gerçek hayat hikayesinin üzerine kurduğu söyleniyor ama doğrusu gerçek O’Brien’ın dizideki gibi bir kahraman olduğunu hiç düşünmüyorum. Oyuncularının büyük kısmının yeni yüzler olduğu dizinin konusu kısaca şöyle: 197 IQ seviyesine sahip bir deha olan Walter, henüz 11 yaşında NASA’nın bilgisayar sistemlerine sızınca, FBI’ın radarına girer. Ajan Cabe Gallo ile bir çeşit baba-oğul ilişkisi yaşayan Walter, geliştirdiği sistemlerin insanlık yararına kullandığını düşünürken, sistemi kullanan Amerikan Ordusu’nun Irak’da bir bombalama sonucu 2000 sivili öldürmesi sonucu, hayal kırıklığına uğrayarak, 16 yaşında ortadan kaybolur. Walter, yıllar içinde, 30 saniyede gözünüzün içine bakıp ne mal olduğunuzu anlama kabiliyetine sahip insan davranışları uzmanı Tobias Curtis, eline tutuşturduğunuz her türlü ıvır zıvır ile aklınıza gelen her türlü aleti tasarlayabilen Happy Quinn, şirinliği apayrı bir konu, 20 basamaklı iki sayıyı 10 saniyede çarpabilecek dehası ayrı bir konu olan istatistikçi Sylvester Dodd ile Scorpion ekibini kurar. Ekibin yıllar içinde ajan Gallo ile yolları yeniden kesişir, her birinin IQ’su zirvelerde olmasına rağmen, EQ fakiri bu grubun dış dünyayla iletişim kurabilmesi için de garson Paige Dineen’in ekibe dahil edilmesiyle, bu asi grup, yeniden insanlık yararına görevler üstlenmeye, kendilerini kah Meksika’da, kah Rusya’da, kah da Bosna’da dünyayı kurtarırken bulmaya başlarlar. Henüz ikinci sezonu yeni yayınlanmaya başlayan Scorpion’un şimdiye kadar ki favorim olan bölümleri geçen sezon yılbaşı bölümü “Dominoes” ve sezon finali “Postcards from the Edge”. İki bölümü üstüste izleyip, Scorpion hayranı olacağınıza ve diziyi bir daha bırakmayacağınıza eminim ama tavsiyeme uyacaksanız, siz kendinizi hem gülmeye, hem de ufak da olsa gözyaşlarına hazırlayın derim.
TEK BİR AKTÖRÜN, TÜM DİZİYİ DEĞİŞTİREBİLECEĞİNE İNANANLARA
Başlığın bir yanlış anlaşılmanın önüne geçmesini isterim, ne The Blacklist dizisinin James Spader olmadan hiçbirşeye benzemeyeceğini söylemeye çalışıyorum, ne de dizinin birbirinden etkileyici performanslara imza atan kadrosunun geri kalanını görmezden geliyorum. Ancak, net bir gerçek var ki, bu diziyi izlemeniz için polisiye seviyor olmanız yeterli de olsa dizinin hayranı olacaksanız, bu James Spader sayesinde olacak. Daha çok James Spader isteyeceksiniz, ama yapımcılar da ellerindeki bu kozun cazibesini iyi bildikleri için, sizi tekrar tekrar ekran başına oturtmak adına, karizmatik mafya babası Raymond Reddington’ı size azar azar verecekler.
Gelelim konuya; FBI’ın en çok arananlar listesinin en göz alıcı isimlerinden biri olan Reddington, dünya çapında bir suç organizasyonu yönetiyor olmasına rağmen, FBI tarafından asla yakalanamaz. Ne var ki, Reddington, bir gün elini kolunu sallayarak FBI’ın merkezine girer ve şaşırtıcı bir şekilde teslim olur. Üst rütbelilerle yaptığı görüşmede, teslim olmasının gerekçesi olarak, dünyanın geleceğini tehlike altına sokan bir suç organizasyonu ile mücadele etmek için FBI’a yardım etmek istiyor olduğunu gösterir. FBI’a danışmanlık yapmak için, bir de şaşırtıcı bir talebi vardır, o da göreve yeni başlamış olan acemi ajan Elizabeth Keen’in de kendisiyle çalışmasıdır. Dizinin hayranları olarak, 3. sezonuna girdiğimiz bu günlerde, hala Elizabeth Keen’in Reddington’ın öz kızı olup olmadığını sorgulamakta ve talebinin nedenini buna bağlamaktayız, ancak dizi senaryo açısından da en az oyunculuklar kadar başarılı olduğu için ne zaman “Heh, tabi yaaa…” desek, bize “Aaa, bir dakika olmadı ama…” dedirtmeyi başardı.
BİR DE BUNLAR VAR…
2 hafta önce ele aldığımız Arrow ve The Flash, çizgi romanların doğası gereği, fantastik polisiyeler için iyi örnekler teşkil etmekteler. Yani, dedektif Quentin Lance ve polis memuru Joe West’in, söz konusu dizilerin sevilen karakterlerinden olmaları tesadüf değil. Geçen hafta, Cadılar Bayramı özel dosyasında bahsetmiş olduğumuz Sleepy Hollow’da, değerlendirdiğimizde, özünde fantastik bir polisiye dizisi. Creative Arts ve People’s Choice gibi prestijli ödüllere aday olmuş diğer bir polisiye dizisi ise, karakterlerini ve davalarının konusunu Grimm Kardeşler’in ünlü masallarından alan GRIMM. Son tavsiyem ise, bir başka esinlenme olan ve Stephen King’in “The Colorado Kid” romanı üzerine kurulu, senaryosu ve havasıyla Silent Hill gibi bir korku klasiğini andıran, yayınlanmaya başladığı dönemde, yakın geçmişin popüler yapımlarından ve gelecek haftanın bir başka konusu olan Fringe ile kıyaslanan polisiye dizi olan Haven.
Haven’ın yayınlanmakta olan sezonunun sonunda 78. bölümü ile final yapacağını da belirtiyor, hepinize keyifli haftalar diliyorum. Önümüzdeki hafta, kült haline gelmiş fantastik polisiyeler yazımda görüşmek üzere…
Yorum yap