90lı yılların sonunda önemli filmleri izleme şansı bulmuştuk (Matrix, Star Wars, Eyes Wide Shut). Yine bu yılların sonunda izlediğimiz Fight Club da tüm dünyada büyük ses getirmişti. Yazıya başlamadan önce önemli bir uyarı yapmak istiyorum,okuyacağınız bu incelemede spoiler bulunabilir, eğer hoşlanmıyorsanız okumadan önce filmi izlemenizi tavsiye ediyorum,. keyifli okumalar dilerim.
Fight Club Hakkında Genel Bilgiler
Chuck Palahniuk tarafından roman olarak yazılan Fight Club, aynı ismiyle 1999’da David Fincher tarafından beyaz perdeye aktarıldı. Başrollerini Brad Pitt, Edward Norton ve Helena Bonham Carter’ın paylaştığı film 8.8 IMDB puanı ile kült filmler arasına girmeyi başardı. Kapitalizm ve tüketim toplumu eleştirilerini yoğun olarak gözlemlediğimiz filmde aynı zamanda cemiyet toplumu içinde yalnızlaşan bireyin psikolojik buhranlarına da rastlamak mümkün. Makinelerin insan emeğinin yerini almasıyla azalan “düşünen insan” sayısı ve bunun sert eleştirileri de yansıtılmaya çalışılan bir diğer önemli husus.
Filmin ana temasına baktığımızda ise 90’ların sonlarında belirginleşen bireyin kolektif yaşamdan sıyrılıp yalnızlaşmasını ve teknolojinin gelişmesi ile boşalan ruhların tüketim eşyaları ile doldurulmaya çalışılması ve bu süreçle gelen tüketim bağımlılığının temele oturtulduğunu görüyoruz. Bu sebeple Fight Club’ı tüketim toplumu olmaya giden bir yaşamın anlatım şekli olarak betimleyebiliriz. Altmetin harikası olarak gözümde takdiri kazanmış olan film, kapitalizmin içinde sıkışmış olan kahramanımız Jack’in (Edward Norton) hayatta aradığı değişiklikleri konu alıyor. Ayrıca filmi dikkatlice izlerseniz içeriğinde sağlam konular olarak nitelendirilebilecek çatışmaların incelikle ele alındığını görebiliriz. Örnek vermem gerekirse bu konulardan bazıları olarak tüketim çılgınlığı -tatminsizlik çatışması, sıradan olmak – tanrılaşmak, konformizm – postmoderne yakın yaşam tarzları ve anarşizm –kapitalizm çatışmasını gösterebilirim.
Filmin Geçtiği Dönem
Film, 90lı yılların sonunda, insan emeğinin yerini makinelerin ve mekanik güçlerin almasıyla insanın içten içe önemsizleştiği bir dönemde geçiyor. Makineler insanlar yerine düşünmeye başladıkça, düşünen insan sayısı azalıyor; uygulayan insan sayısı fazlalaşıyor. Sonuç olarak sadece emirlere itaat ediyoruz. Yaptığımız şeyleri neden ve niçin yaptığımızı bilmiyoruz. Biz ilerlediğimizi sandıkça aslında kendi içimizde sistem olarak geriliyoruz. Modernizm beklentileri yerine getirmekte yetersiz kalıyor ve bunun sonucu olarak yeniden bir kast sınıfı oluşuyor: yönetenler ve yönetilenler. Zaman ilerledikçe yönetenlerin güçleri artıyor, yönetilenlerin gücü azalıyor.
Sistem alt sınıfın ne kadar çok tükettiğiyle ilgileniyor; tüketiyoruz ve tükettikçe boynumuzda asılı olan zincirden bir halkayı daha eksiltiyorlar. Bunun yapılmasıyla bir bakıma toplumlar belirli bir güvende yaşamış oluyor. Çünkü tüketim bizde bağımlılık yapıyor. Tek özgürlüğümüzün tüketmek olduğunu sanırken bir aldanış içine düşüp uçuruma doğru bir adım daha atıyoruz.
Tüm bunlara örnek olarak ise “Hiç ümidimin kalmaması özgürlük demekti”, “Mülkümü yok ederek beni özgür kılan kişi”, “Ancak her şeyi kaybettikten sonra her şeyi yapmakta özgür oluruz” gibi cümleleri örnek gösterebilirim. Bence bu cümleler tüketim benzetiminin gerçeğe nasıl ulaşacağının cümleleridir. Tüketilen ve böylelikle sahip olunan tüm şeyler aslında bu durumun içine daha çok batmayı sağlayan, bağımlılaştıran ve böylelikle yabancılaşmaya kapı aralayan şeylerdir. İşte film tam olarak bunların yaşandığı bir dönemde geçiyor ve filmi izlerken adeta o dönemde yaşıyormuş gibi hissediyorsunuz.
Filmin Geçtiği Yer ve Zaman
Filmin geçtiği yere baktığımızda filmin geçtiği yerden çok filmin hedef aldığı toplum kitlesi ve uygun toplum yapısı dikkatimizi çekiyor. Daha ayrıntılı açıklamam gerekirse film o dönemde erkeklerin kadınlara göre daha güçsüz kaldığı bir Amerikan toplumunda geçiyor diyebilirim. Sırf bu nedenle de filmin (doğu ve üçüncü dünya ülkelerinde hala tamamen erkek egemen toplum yapısı bulunduğu için) daha çok modern toplumlarda yaşayan erkeklerin sorunlarını ele aldığını ve modern yaşama bir eleştiri, bir başkaldırı olduğunu düşünebilirsiniz.
Filmde zaman kavramına baktığımızda ise Jack’in yaşadığı tatminsizlik ve huzursuzluk anlatıldığı için kısa bir dönemi kapsadığını söyleyebiliriz. Filmde Jack’in hayatındaki dönüm noktalarını genellikle anlatıcının sözsel ifadeleriyle değinildiği için bu olayların görselliği (babasız büyümesi vb…)verilmemiş. Film sürekli flashback olarak ilerliyor. Sondan en başa dönüp, tekrar sona doğru bir geçiş mevcut. Filmin ilk sahnelerinde Jack’in (Edward Norton) uçakta Tyler’a ( Brad Pitt) rastlaması, o gece evinin yanması, bavulunun hava alanında rehin kalması vb. sahneler ise zamanın filmde ne kadar önemli olduğunu belirtiyor. Buna karşılık flashback’ler oldukça başarılı, zamanda ve zaman sıralamasında bir kopukluk olmuyor.
Filmde kullanılan mekanlarda çeşitli göndermeler mi gizli?
Açık olmak gerekirse bu sorunun cevabı evet olmalı. Yönetmenin kullandığı her mekana film ile ilgili bir anlam yüklediğini, kullanılan tüm mekanların filmle organik bir ilişkisi olduğunu görüyoruz. Dikkat edilmesi gereken asıl noktanın, mekanların sürekli tek kişilik olması ve insan hayatında yerlerinin kısa süreli oluşu olduğunu (konformizm- post modern yaşam çatışması) düşünmeden edemedim. .Filmdeki mekanlara hiçbir zaman ait olamayacak oluşumuz ve otel işletmecileri ve uçak şirketleri size bunu sürekli olarak hissettirmesi de buna dayanak olarak gösterilebilir. Kısa süreli kullanımlar için verdikleri, sabunlar, şampuanlar ve tek kullanımlık havlular, sonuçta bir anlamda yakında buradan gideceksiniz demektir . Bir noktada filmde var olan ciddi sistem eleştirisine mekanlar ile dahi gönderme yapılmış bulunuyor.
Filmin Kırılma Noktası Olay Akışı Ve Bitiş
Filmin kırılma noktası baş karakter Jack’in uçakta tanıştığı Tyler’a evi yandıktan sonra onda kalmayı talep etmesiyle başlıyor. Filmdeki ilk dönüş noktası ise Tyler’ın Jack’e “Bana vurabildiğin kadar sert vurmanı istiyorum.” dediği sırada gerçekleşiyor. Böylece “Fight Club” dedikleri terapi grubunu kurduklarını izliyoruz. Dikkatlice incelersek anlıyoruz ki Fight Club insanın kendi benliğiyle verdiği savaşın adıdır, filmin sonunda Tyler’ın aslında Jack’in kendi olduğunun anlaşılması ise ilk önce kendimizle bir savaş vermeliyiz fikrinin sembolize edilmiş halidir. Tyler’ın idealize edilmiş bir dış görünüşü vardır, iyi vücutlu, yakışıklı, aykırı giyinen, sigara içen kısacası Amerikan insanının asıl olmak istediği insan modeline uygun kişidir.
Fight Club filminde “Bireyin kendi ile kavgası işte bu süper insanı ortaya çıkaracaktır.” mesajı vurgulanmakta olmasıyla bununla birebir örtüşmüş sahneleri de izliyoruz.
Filmde yazarın asıl ana fikrine, “kayıp kuşak” yani genç jenerasyona yapılan seslenişte rastlıyoruz. “Bir gün milyoner olacağımıza televizyonla inandırıldık, film artisti olacaktık, rock yıldızı olacaktık ama olamadık. Olunamayacağını yavaş yavaş öğreniyoruz. Biz hiçbir savaş görmedik, ne Büyük Kriz, ne bir dünya savaşı. Hiçbir şey. Bizim Büyük Krizimiz kendi yaşamlarımız, biz kendi iç ruhsal savaşımızı veriyoruz. Bütün jenerasyon ya benzin peşinde ya gece kulübünde masa sırası bekliyor, beyaz yakalı köleler haline gelmiş durumdalar. Reklamcılık, araba ve kıyafet alanında ekmeğini fazlasıyla yedi. Nefret
ettiğimiz işlerde çalışıyoruz böylece hiçbir işimize yaramayacak eşyaları, kıyafetleri satın alabilelim. Arkadaşlar, biz tarihin ortasında doğmuş çocuklarız. Ne bir amacımız var ne de bir aidiyetimiz. Ne bir savaş, ne bir hareket.” Bence Tyler bu konuşmasıyla modern bireye dayatılan kültür endüstrisin içinde biçimlenen kitlesel alışkanlıklara ciddi bir eleştiri getirmekte. Filmin tamamında gördüğümüz özel efektler, hızlı kurgu, filmi görsel anlamda üst seviyelere çıkarıyor. Filmdeki irite edici görüntüler oldukça fazla olsa da filmin hızlı akışı seyircinin bunlara irkilmesine vakit bırakmıyor. Dövüş sahnelerindeki başarılı makyajlama ile gösterilen tahribat, yumruğu seyirciye bizzat kendi yemiş gibi hissettiriyor.
Fight Club’ın sonunda plan her ne kadar gerçekleşmiş olsa da binalar yıkılmış ve film bitmiştir çünkü bitmelidir. Sonuca ne kadar ulaşıldığı belirsizdir. Amaca ulaşılır ancak sonuç seyirciye bırakılır. Her ne olursa olsun amaç gerçekleştikten sonra her şey normale döner ve aynı düzene girer. Kalıpları yıkmak, düzeni değiştirmek aslında insanın elindedir fakat amaca ulaşmak ve sonuca ulaşmak arasındaki ince çizgi insanı bu devrimi yapmaktan alıkoymaktadır. Ancak filmde tüm bu realitenin aksine, düşünülen şeyler tam anlamıyla hayata geçirilmiş olduğunu göreceksiniz.
Yorum yap