“Saat henüz 11:55 ise anlatılacak bir hikaye daha vardır.” Yüzyıllardır bizlere bazı insanlar bazı korku hikayeleri anlatıyor. Yaklaşık bir yüzyıldır da korku hikayeleri sinema perdesinden bizlere sunuluyor. Bu anlatıların en önemli unsurları anlatıcı, anlatılış biçimi, anlatılan yer. Bu yazıda kendini “horror master” olarak nitelendiren ve bu konuda mütevazi olması bile gerekmeyen John Carpenter’in bir başyapıtından bahsetmek üzereyiz. 1969 yılında “Captain Voyeur” ile sinemaya adım atan John Carpenter, Halloween ile ismini tüm dünyaya duyurmuştu ve insanlar onun işlerini dört gözle bekliyordu. Gecmişin izlerini peşine takıp gelen John Carpenter, kamp ateşi eşliğinde tüm sinemaseverlere bir hikaye anlatmaya karar verdi ve ortaya kült bir film ortaya çıktı; The Fog (Sis).
Korkunun insana dair en güçlü duygulardan biri olduğunu hepimiz kabul edebiliriz. Ve insanlar kendilerini anlatmak isteğiyle yaşamlarına devam ederler, anlatmak zorundadırlar. Korku türü sinemada 1890ların sonunda başladığından bugüne kadar birçok kült karakter oluştu. Bu karakterlerin yaratıcıları ise popüler kültürün ögeleri arasına katılıp dünyanın her yerinde hatırlandılar. John Carpenter de bu yaratıcılardan biri. Ancak onu özel kılan özellikleri bu filmde görebiliriz.
Bugün hem ülkemizde hem de dünya sinemasında korku filmleri belli dinamikler arasına sıkışmış görünüyor, sinir bozucu, evet. Ancak bu dinamikleri oluşturan ve vazgeçilmez kılan insanların Carpenter gibi eşsiz yönetmenler olması bu durumun nedenini (belki de bahanesini) anlamamızı sağlıyor.
The Fog, hıristiyan öğretisinden izler taşıyor ve başlangıcından itibaren geniş açıdan alınan sahnelerin doğal-mistik görünümüyle insanı ekrana kilitliyor. “Günah işleyenler cezalandırılır.” düşüncesi cüzzamlı karakterlerin hayallerinin kasabaya inmesiyle anlatılıyor. Bu filmde kült olmuş bir seri katil yok, duvarı delip geçen bir uzaylı yok. Ama bir korku filmi için her daim önemli olmuş olan karanlık atmosfer var.
Filmde simgesel bir anlatım kullanılıyor. Yere düşen cam şişeler, arabaların kornasının birdenbire çalmaya başlaması kötülüğün kasabanın tepesinde durduğuna işaret ediyor. Sis –bu vesileyle temsil edilen ölüm, ceza, şeytan- büyük dinlerin kıyamet anlayışı gibi sona dair bazı alametler gösteriyor ve sonunda kasabanın üstüne çöküyor. Carpenter bu filmde kullandığı imgelerle batının sömürgeci anlayışını kasabalılarla özdeşleştirerek, dünyanın bir adalet anlayışı olduğunu vurguluyor. Bizlere ezilen insanların sis gibi güçleneceğini söylemeye çalışıyor. Bu bağlamda toplumdan dışlanan insanların da hakimiyet kurduğu bir an olacağını yıllardır anlatan zombi filmlerine özellikle de Night of The Living Dead’e (1968) saygılarını sunuyor.
The Fog’in en çok eleştirildiği yönü aksiyonu az bir film olması. Ayrıca Jamie Lee Curtis, Adrienne Barbeau, Tom Atkins gibi isimler rol alıyor. Jamie Lee Curtis, filmin bir yerinde “I’m bad luck” diyor ki, Halloweenden Fog’a uzanan zaman diliminde bunun doğru olduğunu bizler biliyoruz.
John Carpenter iyi bir yönetmen olmasının yanında çok iyi de bir müzisyen. Fimlerinde kendi bestelediği müzikleri kullanıyor. Filmin içinde bu bestelerin güzelliğini farketmek zor olabilir ancak The Fog’un mükemmel soundtrackleri var. Dinlemeniz için buraya koyuyoruz;
Filmin görüntü yönetmeni Carpenter’in favori ismi Dean Cundey. Halloween, Back to The Future, The Thing, Jurassic Park gibi filmlerde çalışmış olan Cundey ile film bir adım daha ileriye gidiyor.
Son söz olarak The Fog, simgeselliği ile dikkat çeken, kült sahneler barındıran, John Carpenter’in -diğer Carpenter filmlerine göre geri planda kalmasına rağmen- önemli filmlerinden biri. Mutlaka izlemelisiniz.
Yorum yap