Oppenheimer filmiyle beraber bir kez daha gündeme gelen, zamansız ve beyin mıncıklayıcı işlere imza atan Christopher Nolan’ın sinemadaki yolculuğuna bir göz atalım.
Christopher Nolan Hayatı ve Diğer İşleri
Christopher Edward Nolan, 30 Temmuz 1970 tarihinde iki çocuklu, yaratıcı reklam yönetmenliği yapan babanın ve uçuş görevlisi bir annenin oğlu olarak Londra’da dünyaya geldi.
Çocukluğunda tekrar tekrar izlediği Star Wars filmleri sayesinde sinemaya aşık oldu. Bu sevgisini gören babası Christopher’a 8’mmlik bir kamera hediye etti. O zamanlar da yedi yaşında olan Nolan aksiyon figürleri ve NASA’da çalışan amcasının verdiğin görüntülerle kısa filmler çekmeye başladı. 11 yaşına geldiğinde de en büyük hayali film yapımcısı olmak olan Nolan ilerleyen yaşlarda daha profesyonel kısa filmler çekmeye başladı. Lise yıllarında çektiği Tarantella (1989) bunun en güzel örneğidir. Deneysel bir senaryo ve karanlık bir atmosferin hakim olduğu film Nolan için güzel bir başlangıç ve diğer kısa filmleri için sağlam bir temeldi.
Babasının ısrarları üzerine farklı bir iş alanında lisans yapma kararı aldı. Bu kararı verirken de okulların sinema topluluklarına ve ekipmanlarına göz atmaktan kendini alamadı. University College London (UCL)’de eğitim gören Nolan anında Union Film Society’nin lideri oldu, o sıralarda Union Film Society’nin üyelerinden biri olan Emma Thomas ile de şu zamana kadar sürecek bir ilişkiye ilk adımını attı. İkili okul yılları içerisinde film gösterimleri yapıyor, kazandıkları parayla da filmler çekiyorlardı. Nolan UCL’den mezun olduktan sonra sinema sektörünün çeşitleri yerlerinde çalışıp deneyim kazanmaya başladı. Bu işlerden kazandığı deneyimlerle Larceny (1996) adından bir kısa film çekti, çektiği film övgü üzerine övgü alıyordu ama bilinemeyen nedenlerle bu film aynı yıl içerisinde kamuoyundan kaldırıldı.
Hemen bir yıl sonra çektiği üçüncü kısa filmi Doodlebug (1997) ise onun usta işi ilk kısa filmi olmuştu. Hemen ardından giriştiği uzun metraj filmler için yeterli desteği bulamıyor, yazdığı senaryolar reddediliyor bunun için de İngiliz Film Endüstrilerini suçluyordu.
Asla pes etmeyen Nolan kendi imkanları el verdiğince bir uzun metraj filmi çekmeye karar verdi. Bütün arkadaşları hatta ailesi bu işe destek vermek için seferber oldu. Nolan sinemadaki ilk adımları atmaya başlamıştı.
Following (1998)
Yazıları için fikir bulmaya çalışan bir yazarın sokaklarda insanları takip edişini izliyoruz. Bu takip süreçlerinden birinde Cobb isminde bir hırsızla yolları kesişen genç yazar, hırsızlığın inceliklerini öğreniyor ve kendine yeni bir iş arkadaş ediniyor.
Neden bilmiyorum, bu filmin varlığını tamamen unutmuşum. Uzun bir süre Nolan’ın ilk filmini Memento olarak hatırlıyor ve ilk film için oldukça başarılı olduğunu herkese anlatıyordum. Bu yazıya başlamadan önce doğru hatırlayıp hatırlamadığımı kontrol ederken karşıma Following çıktı. Aynısı Kubrick’in ilk filmlerine bakarken başıma gelmişti, The Killer’s Kiss ve The Killing’i ilk defa IMDB’de görmüş ve daha önce duymadığıma şaşırmıştım.
6.000£’luk az bir bütçe ve boş zamanlarda yapılan çekimlerle yola çıkan Following tamamen bir deney olarak başlıyor. “Bu kadar az bütçeyle, bu kadar az imkanlarla film çekebilir miyiz?” diye yolan çıkan Nolan, bu sorunların üstünden teker teker geliyor. Öncelikle ellerinde yeterince ışık bulunmadığından filmi siyah-beyaz yapıyorlar sonra oyuncular için paraları olmadığından tanıdıkları devreye girdiriyorlar ve filmde oynatıyorlar.
Mekanlar için Nolan’ın ve ailesinin evleri düzenleniyor, bu sayede tek para harcadıkları yer film makaraları oluyor. Peki film izleyiciler tarafından nasıl karşılanıyor? Bir diğer sorun da tam olarak burada başlıyor, filmin gösterime girdiği yerler ya üniversite kampüsleri ya da küçük film kulüplerinin tuttuğu yerler yani daha amatör ve seyircinin az olduğu yerler. Bu engeli de Nolan, filmini Rotterdam Film Festivali’ne götürerek çözüyor. Film festival sonunda bir yayıncı tarafından alınıyor ve sinemalara taşınıyor.
Filmin senaryo olarak basit şekilde ilerlese de ilerleyen filmlerde de göreceğimiz Nolan yaklaşımıyla yani zamanda oynamalarla farklı bir hal alıyor. Karakterler arası ilişkiler ve diyaloglar film içinde oldukça doğal ve abartısız bir şekilde veriliyor, bu sayede karakterlerin motivasyonlarını ve neler yapabilmeye yatkın olduklarını hemen anlıyoruz. Filmin hoşuma giden yanlarından biri de dediğim gibi bu zaman sıçramaları, zaman olaylarını da Nolan kurgu masasında ince eleyip sık dokuyarak, bizi yormayacak şekilde servis ediyor. Genel olarak ortalama bir film olduğunu düşünsem de eldeki imkanları ve yönetmenin ilk uzun metraj deneyimi olduğunu dikkate aldığımda yadsınamayacak kadar güzel bir film olduğunu itiraf etmem gerekiyor.
Memento (2000)
Kısa süreli hafıza kaybına sahip olan bir adam eşini öldüren kişiyi araştırmaya başlar. Bu araştırma sırasında doğruyu yanlıştan, iyiyi kötüden ayırması ve unuttuğu detayları geri hatırlaması gerekir.
İlk filminin getirdiği başarıdan sonra iyi bir bütçeyle çektiği ilk filmi izliyoruz ve bugün bile hala adından söz ettiren Memento filminin doğuşuna şahit oluyor ve de filmle beraber bugün bile yönetmen denilince akla ilk gelen kişilerden biri olan Nolan’ın yükselişine şahitlik ediyoruz.
Memento filminin senaryosunu ilk filminden farklı olarak kardeşiyle beraber kaleme alıyor, aslında film tamamen kardeşinin kısa hikayesi olan Memento Mori’den çıkmış ama Nolan’ın da eklemeleri ve çıkarmalarıyla tam anlamıyla bir senaryoya dönüşmüş. Memento içerisinde bulundurduğu karakterler ve hikayesi anlamıyla ilk başta oldukça sıradan gözükse de ilerleyen sahnelerde işler karışık hal alıyor.
Yeni insanlar mekanlar tanıdıkça aynı baş karakterimiz Leonard gibi biz de bu bulmacanın içine düşüyor ve aynı onun gibi hiçbir şey bilmeden sadece bize söylenen anılar ve notlarımız yardımıyla bir sonuca ulaşmaya çalışıyoruz. Senaryo anlamında oldukça beğendiğim ve ilerleyen filmlerde sıkça rastlayacağımız zaman oyunlarıyla film kendisini soluksuz bir şekilde izletmeyi hatta izletmek ne kelime hayran bırakmayı başarıyor. Senaryonun yanı sıra oyuncuların abartısız ve olması gerektiği gibi rol yapmaları filmi daha gerçekçi kılıyor.
Bu filminin getirdiği başarıdan sonra büyük stüdyolar Nolan’a kapılarını açmaya başlıyor.
Insomnia (2002)
Alaska’nın küçük bir köyünde bir cinayet olur ve Los Angeles’in ünlü dedektifleri gizemi çözmeye gelirler ama yanlarında getirdikleri sorunlar onları bir türlü bırakmayacaktır.
Nikolaj Frobenius’un kitabından Hillary Seitz’in uyarladığı ve Norveçli yönetmen Erik Skjoldbjærg’ın çektiği bir filmdir Insomnia. Bizim bildiğimiz Nolan Insomnia’sı da aslında bu film üzerinden bir uyarlamadır. Warner Bros’un yeni gelen çalışanı denemek için eline tutuşturduğu hazır bir senaryodur aslında. Insomnia klasik bir dedektiflik hikayesi olan ve kurgu anlamında her şeyin alışılmışı şekilde, çok sıradan işlendiği bir filmdir. Oyuncu kadrosuna baktığımız da ise Al Pacino, Robin Williams, Hilary Hawk gibi ismi anıldığı anda bile filmin notunun yükselten oyuncuları görürüz. Dediğim gibi film sıradan ve tahmin edilebilir bir senaryo içeriyor ama tek tahmin edilemez yanı sanırsam Robin Williams’ın kötü adam oynaması. Filme ilgisi olmayanı bile izlettirebileceğini düşünüyor ve polisiye seviyorsanız, bir göz atmanızı tavsiye ediyorum.
Batman Begins (2005)
Şimdi buraya bir Batman filmi için özet yazmam ve Batman’in nasıl ortaya çıktığını anlatmam gerekiyor sanırsam. Buraya okuyan kişi de bu zamana kadar oyuncularla çekilmiş ondan fazla Batman filmini izlememiş, çıkan animasyon dizi ve filmleri karşısına geçip hipnotize olmuş şekilde seyretmemiş ve de çizgi romanlarının hiçbirini okumamış olacak ki Batman’i benim sayem de tanısın, öğrensin. Sanmıyorum…
Yaptığı Batman filmlerinden sonra adını daha büyük kitlelere duyurma başlayan Nolan artık tartışmasız bir şekilde kendini unutulmaz yönetmenler arasına yazdırmıştır. Diğer filmlerinde kullandığı zaman ve kurgu oyunları bu filmini de getirmiş ve minik minik serpiştirmiştir.
Nolan’ın Batman filmleri arasından en zayıf halkası olsa da karakter tanıtımı ve karakterin yolculuğunu çok iyi bir şekilde gösteren filmdir kendisi. Son olarak diğer Batman serilerini bakacak olursak sanırım insanların aklında en çok yer edenin Nolan üçlemesi olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.
The Prestige (2006)
Bir sahne kazasından sonra sıkı arkadaş olan iki sihirbazın birbirleriyle olan intikam savaşını izlediğimiz The Prestige. İnsanın intikam uğruna neler yapabileceğine ve 1890’lı yıllarda İngiltere’de olan olaylara göz atıyoruz.
Christopher Priest’in aynı adlı romanından Nolan kardeşler tarafından beyaz perdeye uyarlanmıştır. Batman’den sonra popülerlik kazanan ve artık Hollywood’un tanıdık simalardan birisi olan Nolan elini attığı her işten para ve başarı kazanmaya başladığı zamanlarda çekilen bir filmdir The Prestige. Oldukça başarılı aktörlerle çekilen filmimiz, sadece aktörleriyle değil aynı zaman da senaryosuyla herkesi etkilemeyi başarmıştır. İki sihirbazın yaşadıkları olaydan sonra girdikleri intikam arayışı ve en üstün illüzyonu yapma girişimlerine şahit olduğumuz filmde zaman akışı Memento gibi karmaşık, Insomnia gibi sıradan değildir her ikisinin karşımı olan ve izlerken bana göre ortalama bir seyir keyfi sunan filmin gereğinden fazla abartıldığını düşünen taraftayım. (Öyle bir tarafın olduğunu pek sanmasam da oradayım işte)
Filmin sürprizlerinin bir yerden sonra kabak tadı verdiği ve karakterlerin hareketlerinin anlamsız olduğu kanaatindeyim. Dramatik yapıyı abartılar üzerine kurulması filmi benim gözümde bir tık düşürse de hala izlenecek ve üzerine düşünülecek bir sürü anı olduğunu itiraf da etmek isterim. O yüzden filmin daha fazla üzerine gitmeden buracıkta bırakmak en iyisi.
The Dark Knight (2008)
Batman bu sefer klasik ve biricik düşmanı Joker ile savaşını izliyoruz. Bu savaş güç gösterisinden ziyade iki aklın ve iki felsefenin çatışmasını bizlere gösteriyor.
Tartışmasız en sevilen ve bilinen Batman filmlerinden biri olan The Dark Knight sevmeyenine az rastlayacağınız bir film. Bana göre film içerinde Batman’den ziyade Joker karakterine ağırlık verilmesi ve onun sosyopat zihnini ve de fikirlerini izlememiz gerçekten şahaneydi. Tam anlamıyla zıt güçlerin kapışması olan The Dark Knight bunu eline geçen her sahne de bize gösteriyor. Son olarak ise ilk filmden farklı olarak oyuncuların karakterlere adete bürünmesi her izlediğim de tüylerimin diken diken olmasına sebep oluyor. Christian Bale bir yana Heath Ledger ve Aaron Eckhart muhteşem bir performans sergiliyor. Ledger’ın aramızdan ani gidişi ise yüreklerimizi bir kez daha dağlıyor.
Inception (2010)
Teknolojinin geliştiği bir zaman da geçen filmimiz, rüyalar yoluyla şirket sırlarını çalan bir adam yaptığı anlaşma sonrası ünlü bir C.E.O’nun rüyasına girip ona fikir aşılamasını istenir. Bu onun için tereyağından kıl çekmek kadar kolaydır ama geçmişinde rahatsız ettiği kişiler bu işi ona zorlaştıracaktır.
Bilim kurgu ve hırsızlığın iç içe geçtiği bir hikayede kendimizi rüyaların gizemi öğrenirken buluyor, rüyaları kontrol ediyor ve insanları manipüle ediyoruz. Sağlam bir oyuncu kadrosu ve bunun üzerine de sağlam bir senaryoyla yola çıkan Nolan bu işinde üstünden rahatlıkla gelmiş diyebilirim. Yazı da ilerledikçe fark ediyorum ki güzel işler üzerine konuşmak, zor işler üzerine konuşmaktan daha zor, bir yerden sonra artık sadece yönetmeni övüyor ve bir önceki filmde neleri başarılı yaptıysa burada da onları kullanmış diyorsun.
Inception benim için özel yapan sebeplerden biri de 2006 yapımı Satoshi Kon’un eşsiz eseri Paprika filmden oldukça ilham alması. Filmin sahne arkalarını ve planlamalarını izlediğimde Nolan’ın aklındakileri ve yapmak istedikleri rahatça anlıyorsunuz. Eğer daha Paprikayı izlemediyseniz, zaman dahi kaybetmeden bakmanızı öneririm.
The Dark Knight Rises (2012)
Joker gitmesinden 8 yıl sonrasında geçen filmimiz, Bane isimli süper kötünün gelmesiyle beraber Batman’in tekrardan Gotham’a dönmesini anlatıyor.
Artık bu seri hakkında söylenebilecek bir şey kalmadı dersem yeridir. Aslında aynısını Nolan filmleri için de söyleyebilirim ama geriye kalan üç filmimiz hakkında söylemek istediğim birkaç söz daha var o yüzden The Dark Knight Rises filmiyle Nolan’ın Batman macerasına nokta koyma zamanı geldi. Daha fazla Batman ve daha fazla Nolan’ın Batman’i hakkında fikir duymak istiyorsanız sizi şuraya Batman hakkında çektiğimiz üç bölümden oluşan video serimizin ilk bölümüne alabilirim.
Interstellar (2014)
Çiftçi ve aynı zaman da eski NASA çalışanı, Joseph Cooper’ı insanlık için yeni bir ev bulma macerasında seyrediyoruz. Dikkat bu macera oldukça gözyaşı ve paradoks içeriyor.
Nolan’ın filmleri hakkında bu filme kadar söylemediğim ve özellikle bu film geldiğinde söylemek istediğim bir şey vardı, Nolan filmlerine çok güzel oturacak müzik kullanıyor. Tabii bunun sorumlusu tek başına Nolan değil ona en büyük desteği veren Hans Zimmer, neredeyse Nolan’ın çoğu işinde bulunuyor kendisi. İlk filminin röportajları sırasında bile müziğin filmler için önemli bir unsur olduğunu belirten Nolan bütün işlerinde müziği çok etkili bir şekilde korumayı başarıyor.
Filmimize geri dönecek olursak, senaryosunu yine Nolan kardeşlerin kaleme aldığı ama bu sefer dram sahnelerinde ustalıklarını konuşturdukları bir eser. Bize basit gözüken geç kalma durumunun hikayeye ne türlü bir farklılık yaptığını hem senaryo hem de oyuncular sayesinde çok güçlü anlatmışlar diyebilirim. Interstellar, sinema tarihi açısından çok önemli bir yer kaplıyor demem çok şaşırtıcı olmaz diye düşünüyorum. Zaman ve kurgu oyunlarının Nolan filmlerinde etrafa saçıldığını söylemiştim buna bir de bilim eklemek istiyorum. Özellikle bilimkurgu filmlerinde kullandığı bilimsel bulgular filmi gerçekçi yapıyor, rastgele sözcükler uydurmak yerine gerçeklere yer veriyor Nolan.
Son olarak ise müthiş bir süper kahraman üçlemesi çekerken aralarda da çektiği filmlerin bu filmlerle yarışacak hatta geçecek kadar enfes olması Nolan’ın sevmemin sebeplerinden biri. Durum onun için ne kadar zor, zaman ne kadar kısıtlı olursa olsun asla filmlerinden ödün vermeyen birisi.
Dunkirk (2017)
II. Dünya Savaşının kilit olaylarından biri olan Dunkerque Tahliyesi’nin üç farklı bakış açısıyla anlatılıyor.
Bilimkurguya kısa bir ara veren Nolan gerçek hayata dönüyor ve bize savaşın kalabalık, çirkin, pis yüzünü gösteriyor. Savaş filmleri arasında en sevdiklerim arasına girmese de sevdiğim yönetmenlerden birinin böyle bir konuya el atması beni sevindiriyor. Kendilerini farklı alanlar bulan yönetmenlerin bakış açılarını bu alanlar üzerinde göstermesi her zaman güzel sonuçlar çıkarmasa da Dunkirk’de işler böyle yürümüyor.
Üç farklı bakış açısı ve üç farklı zaman diliminin iç içe geçtiği bu senaryo da savaştaki ve savaşa şahit olanların psikolojisi görüyoruz. Ülkelerin askerlere sayı gözüyle bakması, komutanların askere piyon muamelesi yapması ve daha korkuncu askerlerin kendi aralarında ayrımcılık yapmasına şahit olduğumuz filmde, Nolan yüzümüze güzel bir tokat atıyor ve hayata hoş geldin diyor. Bu hikayeyle beraber övülmesi gereken bir diğer unsur ise yine müzikler. Filmin içine adete tam oturan bu müzikler her dinlediğiniz de sizi o savaş alanına geri götürüyor ve canınız uğruna insanlarla kavga ettiriyor.
Tenet (2020)
Dünyaca ünlü bir casus, Tenet ismindeki projeyi araştırması ve bozması için görevlendirilir. Tenet 3. Dünya savaşından bile daha tehlikeli, durdurulması gereken bir projedir. Ajanımız bu durum karşısında her şeyin feda etmesi gerekecektir.
Sanıyorum Nolan’ın tek başarısız olan filmlerinden birisidir Tenet, bunun sebebine pandemi demek istesem de senaryodaki karmaşıklık olduğunu itiraf etmem gerekiyor. Diğer filmlerinden anlama diğer bir adıyla da nefes payı veren Nolan bu filmde bize o arayı tanımamakla beraber oldukça karışık bir hikayenin içine sokuyor. Genel olarak ortalama bir film olan Tenet zaman içinde unutulmaya mahkum bir yapım olduğunu bize gösteriyor.
Son Söz
Nolan, kariyerinin başlarında zorluklar yaşadı ve projeleri birçok kez reddedildi. Ancak azimle çalışmaya devam etti ve kısa filmlerle dikkat çekti. Kariyeri boyunca birçok başarılı film yaparak sinema dünyasında önemli bir yere geldi.
Daha Oppenheimer’ı izlememiş ve maalesef ekonomik olarak geldiğimiz durumdan dolayı sinemada izleyemeyecek biri olarak, internete düşmesini sabırsızlıkla bekliyor ve izledikten hemen sonra inceleme yazısı yazacağıma söz veriyorum.
Sitenin editörü uyuyor mu? – de – da ayrımı yapmayan yazarlar olur (olmaz ama neyse) lakin yazılanlara bi bakın kardeşim. Ayıptır!
Sitede 4500 üzerinde metin var. Herhangi bir yazı incelemeye alınmadan yayına alınmıyor. Ayrıca insan kontrolünden geçtiği için yayına alınan yazıda hata olabilir. İnsanlık hali gözden kaçabilir. Ancak bu hatanın oranı tüm yazıya oranla % 1-2’yi geçmez. 2600 kelimelik bir yazıda 4-5 tane ek hatası bulunması normal bir durum. Sonuçta burası hayranlarca oluşturulmuş reklamsız bir internet mecrası. Basılı ve satışta olan bir kitap okumuyorsunuz. Biz elimizden geldiğince hataları düzeltmiş şekilde yayına alıyoruz. Ücretsiz şekilde emek verip bilgi paylaşıyoruz. Bugün ana akım denilen ünlü ve büyük haber sitelerinde yüzlerce hata bulabilirsiniz.