Into-The-Wild

INTO THE WILD: Doğaya Dönüş Filmleri #1

Into the Wild, türkçe çevirisiyle Özgürlük Yolu, gerçek bir hayat hikayesinden esinlenilerek beyaz perdeye aktarılan bu eseri yakın zamanlarda tekrardan izledim. Sean Penn imzalı bu filmde Christopher McCandless‘ın üniversite sonrasında ki ‘hayat’ arayışı anlatılmaktadır. Pek fazla ödül toplayamasa da gerek ülkemiz gerekse dünyada yaygınlaşan doğaya dönüş furyasında köşe taşı eserlerinden birisi haline geldi. Bu yazıda gerek hikaye gerekse teknik açıdan bu eseri ele almaya çalışacağım.

Öncelikli olarak Into The Wild ‘ın ilk senaryosu yaklaşık 4 saat 30 dakika uzunluğundayken kurgu sonrası 2 saat 27 dakikalık bir eser ortaya çıkmış. Bunun etkilerini görmediğimizi söylesem yalan olur. Bu kadar yoğun fikirler ve duygular silsilesi barındıran bu film için senaryonun bu kadar kesilmesi bir tempo sorunu yarattığını düşünmekteyim.

Hikayeyi ele alacak olursak filmimiz üç farklı zaman diliminin kesitler haline birbiriyle kaynaşmasıyla ilerliyor. Bu üç zaman dilimi aynı zamanda üç farklı anlatım tekniğiyle ele alınmaktadır. Ben de bu üç temel zaman dilimini ve anlatımı kronolojik olarak daha detaylı ele alacağım.

Birinci kısım: Chris’in küçüklüğü

Genel olarak anlatıcı tekniği kullanılarak ele alınan bu dönemde karakterimizin ailesiyle olan ilişkisini daha açık bir şekilde görmekteyiz. Bu anlatım tekniğiyle film havası belgesellik havasıyla harmanlanıyor. Nitekim gerçek olan hikayeyi de ele alırsak bu tip bir özgeçmiş bilgisini de ancak kız kardeşinden alabileceğimiz ortadadır. Hikayenin temel unsurlarından olan bu ilişkide birbirlerine kariyer temelli bağlanmış oldukları muhtemelen olan bir çiftin, büyük çocukları Chris’e bile bir kariyer ve başarı çizgisiyle baktıkları ortadadır.

Into The Wild ‘ın ilk sahnelerinden olan yemek sahnesinde annesi oğluyla hiç tanımadığı insanlara karşı bile övünmektedir. Bunun benzeri olarak Chris ailesiyle bahçede eğlenirken bile annesi, bizim toplumumuzda da yaygın olan ‘komşular ne der’ muadili kelimeler sarf etmektedir. Bunun yanında babası oldukça katı ve disiplinli birisidir. Eşine karşı bile şiddet uygulayan bu zorba karakter, gençliğinde bir dahi olarak lanse edilirken daha sonraları ticari bir kariyer yaparak milyonlar kazanmıştır. Oğluna destek olmayı sadece maddi olarak görmekte araba almayı, üniversite masraflarını karşılamayı ona bir lütuf gibi sunmaktadır. Buna karşın Chris ise paradan ve gösterişten o kadar rahatsızdır ki babasına hediye verirken bile onun bu hayat bakışıyla dalga geçmektedir.

Bu kısımdan öğreniriz ki Chris aile kavramından çok uzaktır. İleriki kısımlarda da ele alacağım gibi kendi dünyasını kurmuş biridir. Kitapları içerisinde oluşturduğu bu dünyayla gerçek dünyayı sorgulamakta aslında üniversiteyi bitirmesiyle beraber yeniden doğumunu gerçekleştirmektedir.

İkinci Kısım: Bir Ömür

Bu kısımda tanrı bakış açısıyla Chris’in macerasına tanık oluruz. Onun yaşadığı olayları bize düz bir anlatımla sunan Sean Penn, bu kısmı 5 ayrı bölüm halinde ele almıştır. Bu bölümlerin isminden bile bunun bir doğum ve yaşam hikayesini ele aldığını anlayabiliriz.

Chapter 1: Birth – Doğum

Bu kısım senaryo ve kurgu arasında farklılıklar göstermektedir. İkisinden öncelikli olarak senaryoyu ele alacak alırsak bu kısım bir çadırda başlar. Aynı doğum olayı gibi terli ve yapış yapış bir çadır atmosferini bize sunar. Çadırın açılmasıyla ise doğum gerçekleşir. Filmin kurgusunda ise öncelikli olarak Chris, bütün kimliklerini keser ve yola çıkar. Bir nehir yatağında aracını park eder. O gece ise nehir yatağını sel basar. Aynı doğum gibi meşakkatli bir gecenin ardından Chris arabasından çıkar ve parası dahil ne kaldıysa eski hayatından yakar. Aracını da oraya bırakıp çantası ve kitaplarıyla, kitaplardan öğrendiği dünya bakış açısını yaşamak için tekrar doğmuştur. Çadır sahnesini buna müteakip görürüz.

Kişisel bakımını yaptığı bir tuvalette kendisine ad koymuştur, o artık Alexander Supertramp’tır. Doğum yılı 1990. Yeni doğan bir çocuğun heyecanı vardır onda. Keyifle gezdiği ormanları sahilleri görürüz. Hayatı ilk defa tadan bir insanın merakı ve ilgisi vardır her şeye karşı. Bütün bunlar olurken bir karavanla seyahat eden iki çifte rastlar. Bunları yeni doğan çocuğumuzun ebeveyni olarak okusak pek de yanlış olmaz. Özellikle anne rolünün bir çocukta ne kadar önemli olduğunu bu kadın karakterle Alexander’ın kurduğu ilişkiden görebiliriz. Beraber keyifli vakitler geçirirler, o kadının da geçmişte bir çocuğu vardır. Bunu da bu okumaya sinyal olarak görsek pek de yanlış sayılmaz.

Burada Chris ve Alexander arasında bir ayrım olduğunu söyleyebilirim. Küçüklüğünü yaşayamamış, kendisini okuduğu kitaplara veren Chris, kendisine konforlu bir alan yaratmıştır. Okuduğu kitaplarla kafasında fikirler oluşturan Chris, Alexander karakterinin doğumuna yön vermektedir. Edindiği fikirleri karşılaştığı ilk çiftten erkek karakterle Chris kişiliğine bürünerek konuşmaktadır. Ancak kadına karşı Alexander karakteri daha ağır basmaktadır. Burada her çocuğun belli yaşlarında kavradığı gibi anne-babasıyla evlenmeyeceğini algılamasına benzer bir algıya erişir Alexander. Bu iki kişinin o gece beraber olmasıyla yeni doğan, yürüyen, gelişen çocuğumuz annesiyle evlenmeyeceğini kavrar ve ergenliğe girer.

Chapter 2: Adolescence – Ergenlik

Gelelim ergenliğimize, ‘anne’sinden kaçışıyla Alexander tekrar yollara düşer. Burada en dikkatimi çeken noktalardan birisi Alexander’ın elmayla konuşmasıdır. Chris’in vücudunda hayat bulan Alexander gittikçe büyümekte desem pek de yanlış olmaz sanırım. Dave’le tanışır. Dave’in yanında işe girer. Dave’in uyuşturucu ticareti yapan bir kişi olduğunu da göz önünde bulundurursak kendisini özellikle ergenlik döneminin başlarında yaygın olarak başlayan alkol, sigara, uyuşturucu gibi bağımlılıklarla özleştirmemek elde değil. Dave, ona kendisine güvenme ve bir şeyleri başarma fırsatı verir, bunu onu ilk iş gününden itibaren tek başına yapmaya teşvik etmekle göstermektedir. Alexander’ın içindeki Chris varlığını sürdürmektedir elbette. Dave’le diyaloglarda bulunan Chris bizlere çok basit ve çok değerli bir soru sorar. İnsanlar niye birbirine karşı bu kadar kötü? Neden yargılama ve kontrol çabasındadır? Oysa birbirimizi kabullensek ve sevebilsek her şey daha güzel olmaz mı? Dave’in yakalanmasıyla Alexander’ın bağımlılığı sona erer. Ve gelişimi devam etmeye başlar.

Kitaplarını gömen Alexander, kanoyla güneye doğru bir yolculuğa başlar. Kanoyla başladığı yolculukta iki ‘çılgın’la karşılaşır. Gençlik ateşinin kendilerinde zuhur ettiği bu ikili Alexander’a da bu ateşin kıvılcımlarını fırlatır adeta. Onu Meksika’ya gidebileceği konusunda gaza getirirler. Meksika yolculuğunda telefon kulübesinde denk geldiği ihtiyara son bozukluklarını vererek ‘Chris’ ailesinden kopmuştur artık. Alexander karakteri daha ağır basmaktadır. Meksika’ya ulaştığında yakalanır.

Medeniyetle tekrar tanışır. Ancak bu kez farklı birisi olarak o medeniyetin içerisindedir. Bu medeniyet kendisine yabancı gelir başlangıçta lakin içerisine girmeye çalışır. Bir kimlik kartı çıkartmaya çalışarak ‘Alexander’ olarak bu medeniyette bir yer edinmeyi umar. Sokaklarda yürürken bir anda siluetler ona Chris’i hatırlatır. Alexander olmayı seçmeseydi nasıl bir Chris olabileceğini. Bu onda bir şok etkisi yaratıyor desek pek de yanılmayız. Alexander’ın içinde bir şeyler uyanır, Alexandar’ın doğumuna sebep olan şey. Medeniyet kavramından hemen uzaklaşır.

Chapter 3: Manhood – Adam Olmak

Alexander kitaplarına döner. Kaybettiği o özü, Chris’i Chris yapan şeyi aramaya başlar. Burada çevrenin etkilerinden kurtulan ergenin kendi özünü tatmasına tanık oluruz. Yola neden çıktığını, Alexander’ın kim olduğunu tekrar anlar Chris. Ancak bu sefer hayalperest değildir. Çocukluk ve ergenliği geçmiştir. Bu noktadan itibaren Chris ve Alexander daha harman bir karaktere bürünür desem pek de yanlış olmaz. Alaska hayali için ‘medeniyet’in ona sunduklarını kullanır. Alexander’ın temel felsefesine ters olsa bile Chris karakterini de harmanlayarak Alexander karakterinin özüne dönüşünde bir araç olarak medeniyet kullanılır. Bu şekilde Alaska yoluna koyulur.

Chapter 4: Family – Aile

Kaderin cilvesi olarak Alexander, ‘anne’siyle karşılaşır. Kendileri gibi bir karavan cemiyeti içerisinde yaşantıları devam ettiren bu ikiliyle karşılaşma beklenmedik ve sevindirici bir etki bıraktı benim için. Artık yetişkin olan Alexander daha az Chris’tir. Onlarla vakit geçirir bolca. Burada ona bir kapı açılmaktadır. İlgisini çeken birisiyle karşılaşır. Beraber vakit geçirirler. Kız kendisine daha fazla bir şey olmaları için teklifte bulunurken Alexander artık ergen değildir. Özünün ne olduğuna sadıktır. Neden Chris’in onu var ettiğini bilir. Ve bu teklifi kibarca reddederken aslında hepimizin de belki katılacağı bir fikri bende doğurur: “birbirimizin anılarında kaldığımız kadarız aslında” Bunu açıklayacak olursam Alexander, kıza beraber konser verme teklifinde bulunur. Ve bu anı onlar için bir an olmaktan öte ikiliyi simgeleyen bir ruha dönüşür. Aslında hayatta bazen sadece anıları özlemez miyiz? O andan, mekandan, kişiden, zamandan öte olan o anı.

Chapter 5: Getting of Wisdom – Bilgelik Kazanmak

Alaska yolculuğunun tam anlamıyla başladığı son nokta. Alexander’ın gelişimini tamamladığı ve bilgelik kazandığı o evre. Burada ise baba rolünü görmekteyiz. Aslında bilgeliğin ne olduğunu tartışsak pek de fena olmaz. Bir şeyleri bilmek bilgelik sayılır mı? Kişi bilgiyle mi bilge olur yoksa bilginin işleyiş aşamasına hakim olarak mı? Bence bunların hem hepsi hem de hiçbiri. Bir yerde bu hisse vakıf olmak gerekirken bazen de bunu kontrol edebilmek. Tanıştığımız ihtiyarın Chris’in babasına ne kadar benzediğini fark etmeden geçsek olmazdı.

Düzenli ve planlı bir hayatı temel alan, askeri geçmişi olan ihtiyar bütün bunların sonucu ve bir yerde de yaşamın işleyişiyle yalnızlaşmıştır. Kendi küçük dünyasının yeterli olduğuna inanmış, fazlasını aramamaktadır. İlk dağa tırmanışlarında çevredeki çıplaklık savunucusu gruplardan rahatsız olduğunu dahi görmekteyiz. Tırmanma girişimini yarıda bırakarak geri döner. Çünkü bu onun kendisinin ailesini kaybetmesi üzerinden oluşturduğu küçük dünyanın dışına çıkması demektir. Lakin Alexander’la geçirdiği günlerin devamıyla açılır ve birbirleriyle beraber kollektif bir bilgelik oluştururlar benim görüşümce. Alexander ona kendi konforlu alanında neleri kaçırdığını hatırlatır. Hayat anılarda yaşayamayacak kısa sanırım.

Alexander’a deriden bir kemer yapar ‘baba’sı ve tekrar ilk geldikleri dağa gelirler. Burada Alexander kazandığı bilgeliği göstererek onu kurduğu o küçük dünyadan çıkmaya zorlar ve bu çıkışla beraber yaşlı amca tekrar yaşadığını hisseder. Hep korkuyla, geçmişin anılarıyla yaşayan bu ihtiyar, bu durumu kırmıştır. Kendisine manevi evlat olmasını dahi teklif eder. Kazandığı erdem ve hayat tecrübesiyle Alexander, her şeyi geride bırakarak doğma amacını gerçekleştirme yoluna yani Alaska’nın yoluna koyulur.

Üçüncü Kısım: Alaska

Son anlatım kısmımıza gelirsek bu kısım en başından beri Into The Wild ‘ın ulaşmak istediği noktayı oluşturmaktadır. Bunla beraber bütün film boyunca kesitler halinde görürüz. Bunun yanında bu kısmın diğer iki anlatım tekniğinden de farklı olarak neredeyse sadece görsel anlatım tekniğini kullanmıştır. Chris’in ‘Supertramp’ olarak oluşturduğu kişiliğin özüne ve sebebine Alaska’da geçireceği iki ayla vakıf olacağına inanmaktadır. Ancak bu da bütün geçmişiyle olan bağını da kopararak meydana gelmesi düşüncesindedir. Alaska’ya varıp yürümeye başladığında karşısına bir nehir çıkar.

Bu nehri bir arınma sembolü olarak da görebiliriz. Nehrin karşısına geçmeden önce ‘anne’sinden kalan bereyi bir ağaca asar. Bunu aile kavramından Supertramp’ın tamamıyla kopuşu gibi görebiliriz belki de. Bunun yanında dönüş yolunda ona yol gösterecek olan da ‘anne’sidir. Kişinin neredeyse doğumundan itibaren hep yanında olan kişi anne kavramının hem yol gösterici hem de bir sığınak olabilişi gibi okumaktan kendimi alıkoyamadım açıkçası. Bunların yanında ‘baba’sının onun için hazırladığı kemeri ise bırakmamışıtr. Belirttiğimiz gibi edindiği bilgelik aslında o kemerdir. Ve bu nihai yolculukta bu bilgelikle hayatta kalabilmeyi umar.

Zaman geçtikçe ekranda görsel anlatımla, günlük yazmak ve benzeri etmenlerle Alaska macerası anlatılır. Zaman geçtikçe pek de umulduğu gibi gitmeyen macera geldiği nehrin taşmasıyla daha da kötü bir hal alır. Alexander orada mahsur kalmıştır. Yanlışlıkla zehirli bir bitki de yiyen Alexander ölümün pençesine kendisini kaptırır. Ve Chris o an bir şeyin farkına varır: Mutluluk sadece paylaşıldığı an gerçektir!

Küçüklüğünden itibaren kendi kendisine oluşturduğu dünyasında var olmaya başlayan ‘Alexander’ onun ölümle sonuçlanan bir maceraya itmiştir. Bundan pişman değildir ancak bu maceranın sonunda tekrar Chris olarak dönebilmeyi de ummaktadır. Bu noktada Alexander artık ölmüştür. Chris ise son notunu yazmaktadır. Pişman değildir ve güzel bir hayat yaşamıştır. İki sene sonra ilk defa Chris olarak not yazmıştır.

Into The Wild: Doğaya Dönüş

Christopher McCandles’ın hikayesinden tutun bu filme kadar geçen süre ve daha sonrasında insanların bir kısmını etkisi altına alan ‘Doğaya Dönüş’ felsefesini filmin de repliklerinden yola çıkarak ele almaya çalışacağım bu kısımda.

  • “I’m going to paraphrase Thoreau here… rather than love, than money, than faith, than fame, than fairness… give me truth”

Thoreau’dan bir alıntı yapacağım… aşk, para, inanç yerine, şöhretten, adaletten çok.. bana gerçeği verin.” Aslında gerçek nedir? Gerçeklik nedir? Sadece algılarımızdan mı oluşur? Bu sorular hep aklımı kurcalayan bazen de içinden çıkılamayacak bir anlamsızlığa yol açan şeyler oldu hep. Dönüp bakınca dünya sadece bizim algıladığımız kadar var. Ve o kadarıyla var olacak bizim için. Kimsenin algısı gibi algılayamayacağız biz. Onlar da bizim gibi. Her şey bu kadar göreceliyken gerçeği istemek de biraz garip gelmiyor değil. Ama kişi bazen dönüp kendisini kandırdığını da fark eder. Buna en büyük etmenlerden bazıları para, ün, adalet bile olabilir. Bunların hepsi bizim icatlarımız aslında ve bizi gerçek olana mı yönlendiriyor, yoksa kendi kendi gerçekliğimizi mi oluşturmaya yarıyor?

Bunun yanında filmin de asıl değinmek istediği nokta sanırım, kişinin karşıdaki kişiyi anlama çabasının ne kadar zor olduğu, aslında karşımızdakinin ne hissettiğini ne düşündüğünü asla tam anlamıyla bilemeyiz. Böyle düşündüğüne, davrandığına inanırız. Ve bana gerçeği verin derken gerçek ne kadar acı da olsa verin demek istiyor sanırım.

  • “When you forgive, you love. And when you love, God’s light shines on you.”

“Affetiğin zaman sevebilirsin, ve sevdiğin zaman tanrının ışığı senin üzerine düşer.” Affetmek çok garip bir kavram aslında, baktığımızda özellikle yüce olana atfedilen bu kavram kişiler arası da sıkça gözlemlenir. Film özelinde Chris ve ebeveynlerine olan öfkesi pek de haksız sayılmaz. Ancak dönüp bakınca hangi öfke bizi bugüne kadar mutlu etti ki? Bütün savaşlarda insanların birbirine olan öfkesi sonucu olmadı mı? Filmde de dediği gibi “Neden insanlar birbirine karşı bu kadar kötü?” Gerçekten de keşke birbirimize karşı daha anlayışlı ve affedici olabilsek. Dönüp bakınca gerçekten değmiyor kalp kırmaya, gerginliğe bir kere affetmenin rahatlığına varınca da kendini tamamlanmış hissedersin belki de. Aslında burada ‘tanrı’nın küçük kopyası insan kavramını da ele alabilirim bu affedicilik sıfatı üzerinden lakin henüz o yetkinlikte değilim. İlerleyen yazılarda belki ele alabilecek seviyede hissederim.

  • Happiness is only real when shared.

“Mutluluk ancak paylaşıldığı zaman gerçektir” Bu söze o kadar çok katılıyorum ki. İnsan sosyal bir varlık oluşunu bu durumda da gösteriyor. Birisiyle paylaşınca beraber mutlu olunca insan kendisini daha tatmin hissediyor. Dünyayı farklı farklı algılasak dahi o paylaşımla sanki aynı noktada kesişmiş gibi oluyoruz. Chris de ölürken bu mutluluğu her ne kadar öfkeli de olsa ailesiyle paylaşabilmek isterdi.

Magic Bus Furyası ve Toplum Eleştirisi

Chris’in de hayat hikayesiyle beraber özdeşleşen o “Magic Bus” kavramı hayatımıza girdi. Pek çok insanın Alaska’ya gitmesine dahi neden oldu. Geçtiğimiz yılda ise birçok kişi oraya ulaşmaya çalışırken kazalar atlattığı için “Magic Bus” oradan taşındı. Peki neden bu kadar önemliydi? Aslında burada hepimizin ortaklaşa hissettiği duygu neydi acaba? Bence bu en çok endüstrileşmeyle başlayan kapitalist düzenin yükselişi ve sosyal medya kavramının da hayatımıza girişiyle değişen toplumdu.

Toplum öyle bir hal aldı ki kişiler kişilere etiketler takmakta, etiketler peşinde koşulmakta, hep idealize edilen etiketler ve yaşamlar öne sürülmektedir. Filmin dokunduğu gibi kariyer dediğimiz kavramı son yüzyılda biz ürettik. Kariyer uğruna kendimizden geçtik. Hep daha fazlasını arzulatan kapitalist düzenle her gün doyumsuzlaştık, sosyal medya adeta insan katalogları halini aldı. Kendimizi ve diğerlerini o kataloglardan sınıflandırmaya, kategorileştirmeye başladık. En kötüsü de bütün bunların normalleşmesi, hepsi o kadar normal ki buna uymamak asıl anormallik olarak görünür oldu. Bütün bunlardan bıkan ve rahatsız olan benim gibi insanlar için “Magic Bus” belki de hepsinden bir kaçış simgesini oluşturdu. Kişi aslında bütün bunlardan özgürleşince kendisi olur. Ve yaşamı hisseder belki de.

Teknik Açıdan Into The Wild

Kamera ve Anlatım Tekniği

Sean Penn her ne kadar oscar ödüllü bir oyuncu olsa da yönetmenlik kısmında o kadar başarılı mı? Açıkçası bence değil. Into The Wild o kadar çok karışık bir kamera anlayışına sahip ki insanı karmaşaya sürüklüyor. Eminim ki pek çok teknik hakkında benden kat be kat bilgili olan Penn, benim naçizane görüşüm olarak amatörler de yaygın olan bildiği her şeyi gösterme çabasına düşmüş. Üç farklı anlatım tekniğini harmanlarken zoom out’dan tutun uzun klip vari çekimlere yer vermiş. Bu özelliklerin birbirine karışması filmi izlerken bütünlük açısından noksan yerler oluşturuyor diyebilirim. Özellikle Alaska çekimlerinin bazılarının ‘stock’ çekimlerden oluştuğu hissi verdi bana. Bütçeyi düşürecek böyle bir hamlede bulunması elbette doğalken dediğim gibi birçok tekniğin karmasıyla sanki birkaç filmin birleşimini hissettiriyor izlenimi veriyor. Elbette senaryonun neredeyse yarısı kadar uzunlukta görüntü kullanılması da buna sebep olmuş olabilir.

Müzik

Açıkçası bu filmin hangi özelliği en iyisi derseniz. Kesinlikle müziği. Eddie Vedder öyle güzel bir albüm hazırlamış ki bizlere, insanı kesinlikle o vahşi doğanın derinliklerine sokuyor. Sözleriyle çok özel noktalara değinirken ritmiyle yüzünüz gözünüz toprak içinde o vahşi doğanın canlılığını hissediyorsunuz. Kesinlikle filmi izlemeyecek olsanız dahi bu albümü dinleyin.

Christopher McCandles

Son Yorum

2007’de seyirciyle buluşan Into The Wild, doğaya dönüş ve toplumun evrildiği noktaları ele alırken toplumun en küçük birimi olan aileyi de temeline alarak güzel bir yapım olmuş. Ancak ne tam anlamıyla bir film ne de bir belgesel ne de bir seminer biraz biraz hepsinden parçalar taşıyan bu yapımı konuya meraklılara kesinlikle tavsiye ederim. Sizlerde izlediyseniz yorumlarınızı bizlerle paylaşabilirsiniz.

insta: keazuyae