Abel Tesfaye yani The Weeknd’ın başrol, ortak yazar ve yapımcı olarak yer aldığı The Idol ilk bölümü ile ekranlara “merhaba” dedi. Fragmanını izlediğimde büyüm umutlarla beklediğim dizinin ilk bölümü çok başarısızdı. Yönetmen koltuğunda Sam Levinson’un yer aldığı dizi çekimler olarak başarılı ama hikaye olarak başarısızdı. Sam’i Euphoria dizisinden tanıyoruz. Sam, Euphoria dizisiyle çekim teknikleri, sinematografi açısından çok başarılı bir adım atsa da bu dizide o adımı geri almış diyebilirim. Euphoria dizisini de senaryo olarak çok başarılı bulmasam da en azından kendini izlettiren bir noktası vardı. Bu dizide o bile yok diyebilirim. Çekimler, sinematografi yine başarılıydı ama senaryo…
Senaryo için aynısını söylemek çok zor.
The Idol neden eksik kaldı?
Senaryodan bahsettim. Peki neden senaryo ve izleme seyri bu kadar düşüktü. Gerçi daha ilk bölümdeyiz ama ilk bölümden izleyiciyi sıkınca devamını getirmemiz zor oluyor. Dizi kısaca bir pop yıldızının yaşadığı şeyleri anlatıyor. Kısa süre önce annesini kaybediyor, duygusal olarak çöktüğü bir dönemde çıkaracağı albümün çalışmaları ile serüveni başlıyor. Bu dizi için Hollywood’un kirli hikayesi diyebilirim. Aslında Hollywood’un kirli aşk hikayesi desek daha doğru olur. Bunu deme sebebim de dizinin Abel ve Lily’nin aşkına doğru odaklanması. Bu yazıyı spoiler olmadan devam ettirmek istiyorum. Dizinin içeriğinden bahsedilecek şey çok olmadığı için bu şekilde devam edebiliriz.
İlk İzlenim
Sam Levinson’un elinden geçtiği belli. Dediğim gibi çekimler ve renkler klasik Euphoria tarzına dönmüş. Euphoria beni ne kadar aynı şekilde cezbetmese de renk kullanımı ve sinematografi gibi unsurlardaki başarısını görmezden gelemem. The Idol’de bunu başarmış. Ama gel gelelim senaryosuna. Ben sanırım depresyonda olan zengin ve ünlü insanların hikayesini dinlemekten sıkıldım. Bu tarz diziler gerçekliği yansıtmalı ve bir hikayeden bahsediyorsan karşı tarafı da cezbetmelisin. İşte The Idol bu noktada çok eksik. İlk sahneden direkt sevmeyeceğimi anladım diyebilirim. Tabii bu toptan diziyi izlemeyeceğim anlamına gelmiyor. Belki devam bölümlerinde sevdiğim sahneler de olacak. Ama şimdilik benden eksi puan alarak başladı.
Devam etmem gerekirse mesela ilk sahneden bahsedelim. Albüm çıkışı için çekimde olan Jocelyn’i izliyoruz. Ardından sosyal medyada yayınlanan bir fotoğrafın ardından gelen klişe tepkilere şahit oluyoruz. Nasıl tarif etmeliyim bilmiyorum ama gerçekten ‘Amerikan Rüyası’ mevzularından çok sıkıldım. Dergi çekimleri, her daim süslü püslü insanlar ve onların dertleri. Bu dizinin Cannes‘da prömiyer yapması da beni oldukça şaşırttı. Nuri Bilge Ceylan ve Merve Dizdar’ın mutlu haberini aldığımız sırada beni onlar kadar olmasa da The Idol de heyecanlandırmıştı. Bence hepimizi oldukça heveslendirdi ve merak uyandırdı. Bu merak ve hevesimiz askıda kaldı. Ondan eminiz.
Son Söz
Kısacası dizinin sadece müzikleri ilgimi çekti diyebilirim. O da The Weeknd sayesinde. Bu diziye yeni albüm veya single yapacağı kesindi fakat ben After Hours albümünü izlerken dinlemek isterdim. Hatta başka pozitif bir yorum eklemem gerekirse After Hours’un renk paleti, Starboy’un havasının dizide olması benim hoşuma gitti ve bu sebeple aslında AfterHours’un dizide kullanılmasını istedim. Uzun lafın kısası Abel yani The Weeknd mümkünse bir süre yazarlık veya senaristlik koltuğuna oturmasın. Kendisini biz The Weeknd olarak daha çok seviyoruz. The Idol umarım beni gelecek bölümlerde memnun etmeyi başarır.
Sizler de benimle aynı fikirde misiniz bilemem ama hepimizin bir umut düzelmesini beklediğimizi biliyorum.
Yorum yap