90’lı yıllarda çocuk veya genç olan herkesin zihnine kazınmış o efsanevi gitar rifini duyduğunuzu tahmin edebiliyoruz. Evet, Fox Kids döneminin tartışmasız kralı olan 1992 yapımı “X-Men: The Animated Series”ten bahsediyoruz. Çoğumuz için X-Men denildiğinde akla gelen ilk ve en “doğru” kadro hala o ekiptir. Ancak o dönem fark etmediğimiz, bugün geriye dönüp baktığımızda ise hayranlık uyandıran bir detay var: Takımdaki inanılmaz cinsiyet dengesi.
Ekibe şöyle bir baktığımızda; Profesör X, Cyclops, Wolverine, Beast ve Gambit’ten oluşan beş erkek karaktere karşılık; Storm, Rogue, Jean Grey ve Jubilee’den oluşan dört kadın karakter görüyoruz. Bu sadece sayısal bir eşitlik de değildi. X-Kadınları aksiyon sahnelerinde asla geri planda kalmıyor, en az erkekler kadar bölüm başrolü kapıyorlardı. Rogue’un güçleri yüzünden kimseye dokunamaması ve Gambit’e duyduğu özlem hikayenin önemli bir parçasıydı ama karakteri sadece bu “imkansız aşk” üzerinden tanımlanmıyordu.

Peki, bu muazzam denge planlı bir feminist hareket miydi? X-Men çizgi filminin yapımcıları Eric ve Julia Lewald’a göre cevap şaşırtıcı bir şekilde “Hayır”. Hatta tam tersine, bu durum tamamen bir “şans eseri” ortaya çıkmış.
Devrim Yaratan “Şapşal Bir Şans”
Dizinin arkasındaki isimler olan Lewald çifti, bu durumu “X-Men: The Art and Making of The Animated Series” kitabında ve Marvel ile yaptıkları röportajlarda oldukça samimi bir şekilde anlatıyorlar. Eric Lewald, kadroyu kurarken cinsiyet eşitliği gibi bir ajandaları olmadığını, sadece Marvel’ın o dönem “olmazsa olmaz” dediği karakterleri bir araya getirdiklerini belirtiyor.
Marvel’ın talebi basitti: O dönem çizgi romanlarda yeni ve popüler olan Jubilee ve Gambit kesinlikle olmalıydı. Profesör X zaten ekibin beyni. Jean Grey ve Cyclops, X-Men’in çekirdek kadrosu. Wolverine ise tartışmasız tarihin en büyük X-Men ismi. Sadece bu zorunluluklarla bile ekip altı kişiye ulaşıyor. Storm ve Rogue gibi diğer dev isimler de eklenince, ortaya kendiliğinden dengeli bir kadro çıkıveriyor. Dönemin Fox Kids yöneticisi Margaret Loesch’in projeye olan tutkusu sayesinde de kimse çıkıp “Bu takımda çok fazla kız var” dememiş.
Şirinler İlkesini Yıkmak: X-Men Çizgi Filmi Karakterleri Neden Farklıydı?
Bu noktada popüler kültürde sıkça karşımıza çıkan ve “Şirinler İlkesi” (Smurfette Principle) olarak bilinen o can sıkıcı kuraldan bahsetmemiz gerekiyor. 1991’de eleştirmen Katha Pollitt tarafından isimlendirilen bu ilke, bir grup erkek karakterin içine serpiştirilmiş, kişiliği sadece “kadın olmak” üzerinden tanımlanan tek bir kadın karakteri ifade eder. Şirinler’deki Şirine bunun en net örneğidir.

80’ler çizgi filmlerine baktığımızda bu durumu sıkça görürüz. Örneğin Transformers’ın ilk iki sezonunda Autobot ve Decepticon kadroları tamamen erkek robotlardan oluşuyordu. Kadın Autobotlar (Fembots) sadece tek bir bölümde konuk oyuncu gibi görünüp kaybolmuştu. Transformers filmi sırasında senarist Ron Friedman inisiyatif alıp Arcee’yi ekleyene kadar durum böyleydi. G.I. Joe bir tık daha iyi olsa da, erkek karakterlerin sayısı kadınları her zaman eziyordu.
X-Men’den on yıl sonra yayınlanan Justice League çizgi filminde bile ana kadro beş erkeğe karşı iki kadından (Wonder Woman ve Hawkgirl) oluşuyordu. X-Men ise sadece sayısal olarak değil, karakter derinliği olarak da bu ilkeyi yerle bir etti. 1989’da yapılan ama başarısız olan “Pryde of the X-Men” pilot bölümünde Kitty Pryde, sürekli kurtarılmayı bekleyen bir karakterken; 92 yapımı seride ekibin “çaylak” kızı Jubilee, sokak zekasına sahip ve tuttuğunu koparan bir karakterdi. Bu da izleyicilerin aklına sıkça gelen “X-Men çizgi filmi neden bu kadar sevildi?” sorusunun en güçlü cevaplarından biri aslında: Karakterlerin hepsi, cinsiyetten bağımsız olarak güçlü bireylerdi.
X-Men Evreninin Gerçek Yıldızları Kadınlardır
2019 yapımı “X-Men: Dark Phoenix” filminde Mystique’in Profesör X’e “Takımın adını X-Women olarak değiştirmelisin” dediği o sahneyi hatırlarsınız. Çoğu izleyici için göz devirten bir an olsa da, Mystique aslında haksız sayılmazdı. Çizgi roman tarihine baktığımızda, X-Men efsanesini sırtlayan en derinlikli hikayelerin çoğu kadın karakterlere aittir.

Bu mirasın mimarı ise şüphesiz efsanevi yazar Chris Claremont. 1975’ten 1991’e kadar seriyi yazan Claremont; Kitty Pryde, Rogue, Psylocke, Emma Frost ve Jubilee gibi ikonik karakterleri yarattı veya şekillendirdi. Stan Lee ve Jack Kirby döneminde “yardıma muhtaç” bir karakter olarak resmedilen Jean Grey’i alıp, evrenin en güçlü varlığı olan Phoenix’e dönüştüren de oydu.
Claremont’un yazım tarzı, Wonder Woman’ın yaratıcısı William Moulton Marston’ın ekolünü takip ediyordu: Güçlü, kompleks ve bazen tehlikeli kadınlar. Storm, onun döneminde serinin fiili lideri haline geldi. Elbette Claremont’un tarzında, Emma Frost gibi karakterlerin giyim tarzı ve tavırlarıyla erkekleri parmağında oynatması gibi, dönemin “femme fatale” anlayışının izleri de vardı. Ancak günün sonunda, X-Men kadınları asla sadece vitrin mankeni olmadılar; hikayenin itici gücü oldular.
Sonuç olarak, 90’ların X-Men çizgi filmi belki planlı bir sosyal mesaj verme kaygısı gütmüyordu ama doğru karakterleri doğru şekilde işleyerek, televizyon tarihinin en başarılı ve dengeli süper kahraman işlerinden birine imza attı. Bazen en büyük devrimler, sadece “iyi hikaye anlatmak” isterken gerçekleşir.



Yorum (0)