Pluribus’un 5. bölümü “Got Milk?”, ekran başında hepimizi koltuğumuza çivileyen o gerilim dolu anla sona erdi. Başrolümüz Carol (Rhea Seehorn’u Better Call Saul’dan beri ne kadar sevdiğimizi tekrar etmeme gerek yok sanırım), eski memleketi Albuquerque’de kovan zihni tarafından işletilen terk edilmiş bir dondurucu deposunda korkunç bir keşfe imza attı. Bölüm tam orada kesildiği için o plastik örtünün altında tam olarak ne yattığını göremedik ama Carol’ın yüzündeki o dehşet ifadesi, durumun hiç de iç açıcı olmadığını haykırıyordu.
Carol o örtüyü kaldırdığında ne gördü dersiniz? Dürüst olalım, birçoğumuzun aklına gelen ilk ihtimal aynı: Kovan zihni insanları yiyor olabilir mi? Ya da o garip süt kutularının içindeki şey… Söylemeye dilim varmıyor ama insanlardan mı üretiliyor? Eğer bilim kurgu klasiklerine aşinaysanız, burada buram buram bir Soylent Green havası aldığınızı tahmin edebiliyorum.
Soylent Green Teorisi ve “Sıfır Atık” Prensibi
Bilim kurgu tarihinin tozlu raflarını karıştıranlar veya “Soylent Green nedir?” diye merak edenler için kısa bir parantez açalım: 1973 yapımı bu kült film, aşırı nüfuslu bir gelecekte geçiyordu ve devletin halka dağıttığı gizemli yiyeceğin aslında insanlardan yapıldığı ortaya çıkıyordu. Pluribus’un bu bölümü, işte tam da bu distopik klasiğe göz kırpıyor.
Ancak Pluribus evreninde işlerin bu kadar “kötücül” olduğunu düşünmüyorum. Dizinin şimdiye kadar bize gösterdiği kovan zihni profili, bilerek ve isteyerek bir sineği bile incitemeyecek bir yapıya sahip. Eğer ortada bir yamyamlık durumu varsa bile, bunun arkasında saf bir kötülükten ziyade, pragmatik bir “israf etme, ihtiyaç duyma” mantığı yatıyor olabilir. Yani, kovan zihni ölü bedenleri bir kaynak olarak görüyor olabilir mi? Zaten ölmüş olanları değerlendirmek, onların mantığına göre doğanın döngüsünün bir parçası sayılabilir.

Bu noktada dizinin karakterizasyonu devreye giriyor. Kovan zihninin o tuhaf masumiyeti ve dünyayı ele geçirmelerine rağmen takındıkları “biz aslında iyiyiz” tavrı, durumu daha karmaşık hale getiriyor. Hatırlarsanız vahşi kurtların Carol’ın bahçesine girip Helen’in mezarını kazmaya çalıştığı o sahne vardı. Kurtlar bunu Helen’e gıcık oldukları için yapmıyordu; sadece biyolojik dürtülerini takip ediyorlardı. Eğer kovan zihni insan bedenlerini besin olarak kullanıyorsa, bunu kurtlarla aynı motivasyonla, yani tamamen biyolojik bir zorunlulukla yapıyor olabilir.
Vince Gilligan Bizi Yine Ters Köşe Yapıyor
Dizinin yaratıcısı Vince Gilligan, Breaking Bad evreninden alışık olduğumuz o gri ahlaki bölgelerde dolaşmayı çok seviyor. Zosia’nın ikinci bölümde “vejetaryen beslenmeyi tercih ettiklerini” söylediğini hatırlıyoruz ama “kesinlikle et yemeyiz” dememişti. Belki de bu insansı kovanın, bizim bilmediğimiz özel besin ihtiyaçları vardır. Bu durum, “Pluribus konusu ne?” diye soranlara verdiğimiz o klasik “nazik bir uzaylı istilası” cevabını biraz daha karanlık ama bir o kadar da doğal bir yere çekiyor.
Burada asıl mesele şu: Dizi bizi “Kötü adamları nasıl durdururuz?” sorusundan uzaklaştırıp, “Bu adamlar gerçekten kötü mü?” sorusuna itiyor. Carol haklı olarak korkuyor ve direniyor; ancak Gilligan sanki bize, “Belki de durdurulması gereken bir kötülük yoktur, sadece anlamadığımız bir doğa kanunu vardır” demeye çalışıyor. Sizi özgür bırakan, nazik davranan ama arada bir ölülerinizi “geri dönüştüren” bir istilacı, gerçekten bir distopya mıdır?
Yine de o dondurucudaki plastik örtünün altında ne olursa olsun, Carol gibi sert bir karakteri bile titrettiğine göre durum ciddi. Carol korkuyorsa, bizim de korkmamız gerekiyor. Kurtlar ne kadar masum görünürse görünsün, dişleri keskindir ve doğa bazen acımasız olabilir. Gelecek bölümde o örtünün altından ne çıkacağını ve bu keşfin Carol’ın kovan zihnine bakışını nasıl değiştireceğini görmek için sabırsızlanıyoruz.


Yorum (0)