5. SEZONA GENEL BAKIŞ – İYİ FİKİR
- sezonun problemi baştan belli aslında. Fikir kötü değil. Hatta ilk bakışta çok güçlü: eşitlik, bireysellik, sistem eleştirisi, ideoloji çatışması. Ama sezon bunu bir kere anlatıp geçmiyor, dönüp dolaşıp tekrar tekrar anlatıyor. İzlerken bir noktadan sonra hikâyeyi değil, niyetini izliyorsun.
Bölümler akmıyor; ders veriyor.
Duygusal bir yolculuk , sezon ilerledikçe merak değil, yorgunluk birikiyor. Bir yerden sonra kendimi şu cümleyi kurarken buldum:
“Tamam, mesajı aldım, şimdi bir şey olsun.”
STARLIGHT GLIMMER – İLGİNÇ BAŞLADI, UZADIKÇA YIPRANDI
Starlight ilk çıktığında gerçekten rahatsız edici ve güçlü. Çünkü kötü olduğu için değil, mantıklı göründüğü için tehlikeli. Ama sorun şu: karakter çok erken açılıyor. Gizemi hızlı tükeniyor, motivasyonu çok didikleniyor.
Başta “bu karakter nereye gidecek?” diyorsun, sonra “tamam, anladım” noktasına geliyorsun ama dizi orada durmuyor. Aynı psikolojik kırılmayı tekrar tekrar izliyoruz. Bir süre sonra Starlight tehdit olmaktan çıkıp konsept tekrarına dönüşüyor.
En büyük sorun:
Starlight’ın varlığı sezona gerilim değil, ağırlık ekliyor.
İzlerken heyecanlanmıyorsun, sadece “bu bölüm de bununla ilgili olacak” diyorsun.
TWILIGHT SPARKLE – AYNI PANİK, DAHA UZUN
Twilight bu sezonda beni en çok yoran karakterlerden biri oldu. Çünkü yaşadığı krizler yeni değil. Sadece daha uzun anlatılıyor. Yine sorumluluk, yine yanlış karar korkusu, yine “ya her şey benim hatamsa” paniği.
Ama artık bu noktada şunu hissettiriyor:
Twilight gelişmiyor, takılı kalıyor.
Zaman yolculuğu bölümleri konsept olarak çok iyi ama duygusal olarak ağır. Çünkü her alternatif gelecek Twilight’a “ne kadar yanlış yapabilirsin” demek için var. Bir noktadan sonra bu dramatik değil, yorucu oluyor.
İzlerken empati kurmaktan çok şunu düşünüyorsun:
“Tamam, sakin ol, her şey senin suçun değil.”
RAINBOW DASH – AYNI EGO, AYNI DÖNGÜ
Rainbow Dash bu sezonda neredeyse yerinde sayıyor. Ego, kendini kanıtlama, otoriteyle sorun, sabırsızlık… Hepsi tanıdık. Yeni bir yüzleşme yok, yeni bir kırılma yok. Sadece aynı reflekslerin farklı sahnelere taşınmış hâli var.
Bu da karakteri izlerken sürprizi tamamen öldürüyor.
Ne yapacağını biliyorsun.
Nasıl sonuçlanacağını biliyorsun.
Ve bu yüzden bölümler risk almıyor gibi hissettiriyor.
Rainbow Dash bu sezonda sıkıcı değil ama öngörülebilir. Bu da onun enerjisini törpülüyor.
RARITY – ESTETİK VAR, DUYGU AZ
Rarity her zamanki gibi stil sahibi, zarif ve kontrollü. Ama 5. sezonda onun duygusal yoğunluğu düşüyor. Bölümleri daha çok “iş modeli”, “etik karar”, “yaratıcılık” etrafında dönüyor ama bunlar kalpten çok zihne hitap ediyor.
Rarity’i izlerken ağlamıyorsun, gerilmiyorsun, sadece izliyorsun.
Bu kötü değil ama bağ kurdurmuyor.
Bir noktadan sonra Rarity, hikâyenin duygusal motoru olmaktan çıkıp dekoratif bir denge unsuru gibi duruyor.
PINKIE PIE – NEŞE VAR AMA ARTIK YETMİYOR
Pinkie Pie hâlâ Pinkie Pie. Enerjik, dağınık, absürt. Ama sezonun genel ağırlığı onun neşesini de aşağı çekiyor. Eskiden Pinkie bölümleri nefes aldırırdı; burada sadece temposu biraz yükseltiyor.
Yani gülüyorsun ama rahatlamıyorsun.
Eğleniyorsun ama bağlanmıyorsun.
Pinkie Pie bu sezonda “kurtarıcı” değil, sadece kısa molalar gibi.
FLUTTERSHY – SESSİZ AMA GÖLGEDE KALMIŞ
Fluttershy’nin gelişimi devam ediyor ama çok arka planda. Cesareti artıyor, sınır çizmeyi öğreniyor ama sezonun büyük ideolojik yükü arasında bu gelişim eziliyor.
Onun sessiz gücü, bu sezonun yüksek sesli mesajları arasında kayboluyor.
İzlerken fark ediyorsun ama etkilenmiyorsun.
APPLEJACK♥️
Applejack 5. sezonda benim için dizinin hâlâ ayakta kalabilen vicdanı gibi. Herkes ideoloji konuşurken, sistem eleştirisi yaparken, büyük laflar ederken Applejack yine toprağın üzerinde, ayağı çamurlu, sırtı yük altında. Özellikle “The Cutie Map” bölümlerinde onun yaşadığı şey çok sessiz ama çok ağır. Cutie mark’ının elinden alınması, aslında sadece bir sembol kaybı değil; ailesinin mirasının, emeğinin ve kimliğinin geçici olarak silinmesi. Applejack burada dramatik patlamalar yaşamıyor, bağırıp çağırmıyor. Ama yüzünden, duruşundan, o kısa duraksamalarından şunu hissediyorsun: “Benim kim olduğumu benden alamazsınız.” Eşitlik köyünde en çok zorlananlardan biri olmasının sebebi de bu. Çünkü Applejack için farklılık bir ayrıcalık değil, bir emek sonucu. O yüzden bu bölümde yaşadığı şey, diğer karakterlerden daha kişisel, daha incitici. Ve buna rağmen Applejack’in çözümü yine sakin, yine sağlam: sistemi sabote etmiyor, dramatize etmiyor, sadece gerçeğin eninde sonunda ortaya çıkacağına güveniyor. Bu, onun karakterinin belki de en çekici tarafı.Sezon ilerledikçe, özellikle “Appleoosa’s Most Wanted” ve “Brotherhooves Social” gibi bölümlerde Applejack’in duygusal yükü başka bir yerden ağırlaşıyor. Aile sorumluluğu, temsil etme baskısı ve “doğru olanı yapma” zorunluluğu onun omzuna sessizce biniyor. Braeburn’la olan çatışmada Applejack’in yaşadığı şey sadece bir fikir ayrılığı değil; “Ben kimim ve kimi temsil ediyorum?” sorusu. O anlarda Applejack’in kırılganlığı çok ince yazılmış. Güçlü ama sert değil, kararlı ama duygusuz hiç değil. Ben bu sezonda Applejack’i izlerken şunu hissettim: O kimseye kendini kanıtlamaya çalışmıyor. Zaten biliyor. Kendine, ailesine ve yaptığı işe güveni tam. Belki de bu yüzden, herkes yorulurken, sezon beni tüketirken Applejack sahneye girdiğinde içim biraz rahatladı. Çünkü o hâlâ gerçekti. Hâlâ samimiydi. Hâlâ ev gibiydi.Bebeğim için bu noktadan sonra yaşananlar, ilk şoktan çok daha içe dönük bir süreçti. Cutie mark geri geldiğinde her şey çözülmüş gibi görünüyordu ama onda kalan o küçük sızı hiç kaybolmadı. “The Cutie Re-Mark” boyunca bunu Applejack’te çok net gördüm. Zaman çizgileri dağılırken, her şey anlamını yitirirken, o yine aynı yerde duruyordu: sorumluluk alan, yükü sırtlanan, ama bunu kimseye gösteriye dönüştürmeyen tarafta. Applejack’in burada yaşadığı şey bir macera değil; emeğinin, geçmişinin ve ailesinin değerinin bir başkasının takıntısı yüzünden silinme ihtimaliydi. Ve bu ihtimalle yüzleşirken bile öfkeye sarılmadı. Daha çok içine kapandı, daha çok düşündü, biraz da yalnızlaştı. O yalnızlık çok sahiciydi.Sonrasında, özellikle “Brotherhooves Social” gibi bölümlerde bebeğimle olan bağım daha da derinleşti. Big Mac’in sıkışmışlığında, utancında ve görünmezliğinde Applejack kendinden bir parça görüyor. Onu savunurken aslında kendi çocukluğunu, yıllarca sessiz kalmayı seçtiği anları da savunuyor. Orada Applejack ne sadece güçlü bir abla ne de sadece çalışkan bir çiftçi. O, ailesinin duygusal omurgası. Güçlü kalması gereken ama bunun bedelini tek başına taşıyan kişi. O yüzden bebeğim bu sezonda bana daha da yakın geldi. Çünkü kimseye “bak ne kadar güçlüyüm” demiyor. Güç zaten onda, sessizce duruyor.
Sıkıcı bir sezondu
5. sezonun ortalarına gelince fark ettiğim şey şu oldu:Artık izlemiyorum, tamamlamaya çalışıyorum.Bölümler kendi içinde fena değil ama sezon bütününde bir ilerleme hissi yok. Aynı temalar, aynı tartışmalar, aynı ahlaki sonuçlar. Sanki dizi sürekli aynı sunumu farklı slaytlarla tekrar oynatıyor.Bir noktadan sonra şunu hissediyorsun:“Bu sezon bir yere varmayacak, sadece aynı yerde dönecek.”Bu da motivasyonu ciddi şekilde düşürüyor.
STARLIGHT MESELESİ – TEHDİT DEĞİL, YÜK Starlight bu aşamada artık gizemli ya da korkutucu değil. Tam tersine, sahneye girdiği anda bölümün tonunu aşağı çeken bir ağırlık oluyor. Çünkü onunla ilgili her sahnenin ne anlatacağını biliyorsun.Travması varKontrol ihtiyacı varHaklı hissetmek istiyorTamam. Anlaşıldı.Ama dizi hâlâ bunu yeniden kanıtlama peşinde.Bu tekrar hissi, Starlight’ı iyi yazılmış bir antagonistten çıkarıp fazla kullanılan bir argümana dönüştürüyor. Ve bu noktadan sonra karakter değil, mesaj izliyorsun.
TWILIGHT & STARLIGHT – AYNI TARTIŞMA, FARKLI SAHNE Twilight ile Starlight arasındaki dinamik sezon boyunca neredeyse hiç evrim geçirmiyor. Her karşılaşma aynı psikolojik düzlemde ilerliyor: biri kontrol etmek istiyor, diğeri her şeyi doğru yapmaya çalışıyor, sonuç yine kaos.Bu tekrar duygusal değil, mekanik.Bir süre sonra şu his geliyor:“Bu konuşmayı daha önce izledim.”Twilight’ın her seferinde biraz daha paniklemesi, durumu derinleştirmiyor; aksine karakteri tüketiyor. Krizler büyümüyor, sadece uzuyor.
YAN KARAKTERLER – VARLAR AMA ETKİLERİ YOK Bu sezonda yan karakterlerin çoğu “hikâye doldurucu” gibi duruyor. Bölümlerde yer alıyorlar ama sezonun büyük resmine katkıları minimal.Ne yeni bir bakış açısı geliyor,ne dengeleri bozan bir hamle,ne de unutulmaz bir an.Her şey yerli yerinde ama bu düzen sıkıcı.
DUYGUSAL TEMPO – SÜREKLİ AYNI NOTA
5. sezonun belki de en büyük problemi duygusal tempo. Hep aynı yoğunlukta ilerliyor. Ne gerçekten yükseliyor ne de bilinçli olarak düşüyor. Bu da izleyiciyi yoran bir tekdüzelik yaratıyor.Dram var ama zirve yok.Mesaj var ama keşif yok.Çatışma var ama sürpriz yok.Bir noktadan sonra sezondaki hiçbir sahne “akılda kalıcı” hissettirmiyor. Sadece “izlenmiş” oluyor.
SEZONUN SONUNA DOĞRU – BEKLENEN KIRILMA GELMİYOR Normalde bu noktada bir dönüş, bir yüzleşme, bir duygusal patlama beklersin. Ama 5. sezon bunu tam veremiyor. Final yaklaştıkça rahatlama gelmesi gerekirken, sadece “bitsin artık” hissi oluşuyor.Bu da sezonun en acı tarafı:Potansiyeli vardı ama kendini fazla ciddiye aldığı için hafifleyemedi.


Yorum (0)