Yıllar önce To the Moon oyununa başlamamı bir arkadaşım önermişti. Oyun bittiğinde ne gözyaşım kalmıştı ne de yürüyebilecek halim. Böyle söyleyince oyun beni mahvetmiş olarak gözüküyor, aslında evet tam olarak öyle oldu. Müzikleriyle, grafiklerinin sanatsallığıyla ve hikayesiyle benim duygularımı yerden yere vuran bu oyun bugünkü konumuz olacak.
Anılarında Yolculuk Yapmak İstediğiniz Kaç İnsan Vardır ?
To the Moon oyununa araba kazasıyla başlıyoruz. Oyunda iki doktoru canlandırıyoruz. Bu iki doktorun işi normal doktorlardan çok farklı, onlar hastalarının anılarında yolculuk yapıp, ölmeden önceki son dileklerini gerçekleştiriyorlar. Benim de çok isteyeceğim bir meslek olurdu bu. Herhangi birisinin dileği her şeyden çok değerlidir benim gözümde. İşte bu sebepten bu oyuna başlar başlamaz oyunun ana karakteri yaptım kendimi. Düşünebiliyor musunuz birisinin anılarında dolaşmak nasıl bir duygudur ? Özellikle o kişinin çok zorlu bir geçmişi varsa eminim o yolculuk olabilecek en duygusal ve yorucu yolculuk olma potansiyeline sahiptir.
Doktor olarak hastanın evine gidiyoruz, son dileğini gerçekleştirmeye. Yatakta son günlerini geçiren Johnny yakın zamanda hayatının aşkı River’ı kaybetmiş ve tahmin edebileceksiniz ki bu onu tam anlamıyla yıkmış. Bize düşen Jonny’nin anılarında dolaşıp onu son dileğine kavuşturmalıyız. Onu aya çıkarmalıyız. Burada peşinde koşmamız gereken bir gizem çıkıyor ortaya. Johnny neden aya gitmek istiyordu ? İşin ilginç tarafı bunu Johnny de bilmiyordu. Bir dileğin gerçekleşmesi için önce o dileğin neden var olduğunu bilmemiz gerekir ve bu yüzden yavaş yavaş Johnny’nin geçmişine doğru giderek bu dileğin nedenini ve nasıl gerçekleştireceğimizi bulmamız gerekiyor.
Oyunun başlarından itibaren deniz feneriyle bağ kurmaya başlıyorsunuz nedenini bilemeden. Deniz fenerine girdiğimde göze çarpan ilk şey bir sürü kağıttan tavşanlardı. Ben sayıca çok fazla olan bu tavşanlarda bir gariplik sezmiştim. Neden bu kadar çok kağıttan tavşan vardı her yerde ? O an anlamıştım oyun bittikten sonra aklıma tavşan gelince bile kalbimin titreyeceğini. Keşke daha fazla şey anlatabilsem. Anlatsam çok seveceksiniz hikayeyi hiç şüphem yok ama bu oyunu deneyimlemenizi şiddetle tavsiye ediyorum.
“Daha önce kimseye söylemedim ama yıldızların hep deniz feneri olduğunu düşünmüşümdür. Milyonlarca deniz feneri, gökyüzünde uzaklarda sıkışıp kalmışlar. Işıklarını birbirlerine ve bana saçıyorlar.”
Ah Bir De Şu Kontroller Daha Rahat Olsaydı Ya
Oyunun tek can sıkıcı kısmı hareket kontrolleriydi. Normalde ana teması hikaye olan oyunlarda kontrolleri pek takmam ama bu sefer hareket etmek birazcık işkence geldi. Ben bu oyunu oynadığım zamanlar bilgisayar oyunlarına o kadar aşina değildim, o sebepten de zorlanmış olabilirim tabii ki. Oyun içerisinde hareket ederken ok yönlerini kullanıyoruz. Bu ok yönlerine bastığımızda karakterimiz gitmesi gerektiğinden daha çok gidiyor gibi hissetmiştim. Azıcık ilerlemek istediğimde pek becerememiştim anlayacağınız. Oyunun ilerisinde alışmıştım tabi o ayrı ama bu zor olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Bu sıkıntı beni oyundan çok uzaklaştırmadı ama oyuna başlamadan önce aklınızda bulunsun istedim.
Oyunu rutinlikten uzaklaştıran bir unsur da içerisinde ufak bilmeceler bulundurması. Zamanla zorlaşıyor olsa da çok da zorlanacağınız tipten bilmeceler değiller. Oyunun tuzu olmuş aslında.
Piyano Tuşlarına Sanki Kalbimde Dokunuyorlardı
To the Moon yapımının kendine özgü piyanoyla bestelenen bir klasik müzik tarzı var. Oyunla müziği çok rahat ilişkilendirebiliyorsunuz ama bunun nedeni sadece müziğin inanılmaz yoğunlukta bir duygu aktarımı yapmasıyla beraber bu müzikleri Johnny’nin bestelemesiydi. Hayatının aşkı olan River için özel olarak bestelediği müzik ile başlıyoruz oyuna. Ve anılarda yaptığımız yolculuk boyunca birçok piyano bestesi bize eşlik ediyor. O bestelerin kalbinizin tam ortasına dokunacağından çok eminim. Bu yazıyı yazarken aralıksız oyun müziklerini dinledim. O yüzden dikkatli olmanızı tavsiye ediyorum.
Nostaljik Piksel Grafikler de Ağlamamanıza Hiç Yardımcı Olmuyor
Ben oyunu ilk açtığımda grafikleri gördüm ve aklıma direkt küçükken Gameboyumda oynadığım Pokemon oyunu geldi. Eğer siz de geçmişte Pokemon oynadıysanız eminim ne demek istediğimi anlarsınız. Eğer isterseniz Pokemon ile ilgili konuştuğumuz bu videoya da bir göz atabilirsiniz : https://fanzade.com/gamerhead/oyun-listeler/pokemon-oyunlari-ilk-jenerasyon-yellow-green-red-blue/
Belki küçüklüğümde Pokemon’dan etkilendiğimdendir belki de gerçekten güzel olduğundandır ama beni çok derinden etkiledi grafikleri. Piksel grafiklere sahip olan bu oyunda anlayabileceksiniz ki göze sokulmak istenen grafiğin piksel oluşu değil. Renklerin geçişleri, binaların ve karakterlerimizin çizimleri gerçekten büyük bir çabayla yapılmış olduğu belliydi. Grafiklerle verdikleri 3 boyut algısı da vardı tabi. Ne kadar 2 boyutlu olsa da derinlik algısını çok güzel hissettirmişler, ve ben bunu başarı olarak görüyorum.
Her Yıl Vazgeçilmezim Oldun Sen…
Freebird Games şirketinin 2011 yılında sunduğu bu yapımın yeri benim için ayrı oldu. Oyunun çıktığı yıl en iyi hikaye dalında yılın ödülünü kazandı ve o yılki rakiplerinden iki tanesi Portal 2 ve Catherine idi. Eğer bilmiyorsanız söyleyeyim, bu iki oyun da derin hikayesiyle çok başarılı olmuş oyunlardır.
Hikayesi ön planda olan oyunların bazılarında yaşarım, oyun biter ve bir daha yüzüne bakmam. Ama bu oyun da onlardan bir tanesi olmadı tabii ki. Benim vazgeçilmezim oldu To the Moon. En azından yılda bir kere oyunu oynarken yaşadığım o üzüntüyü, umutsuzluğu ve umudu tekrardan hissetmek istiyorum. Çok farklı yerlere götürüyor oyun sizi. Anılarda dolaşmak istiyorum diyeceksiniz. Ben hala istiyorum, bakarsınız bir gün öyle bir teknolojimiz olur kim bilir(umarım). Bu oyunun evreninde yaşasaydım son dileğim birisinin anılarında dolaşıp onun dileğini yerine getirmek olurdu. Peki sizin ne olurdu ?
Steam üzerinde 18 tl olan bu oyun fiyatının karşılığını veriyor. Ama diyorsanız ben adam vuracağım stres atacağım, bu oyun size göre olmayabilir haberiniz olsun. Çünkü bu oyunda ana odağımız oyunun sahip olduğu derin hikayesidir, aksine mekanikler ya da savaş değildir.
Eğer bir gün yalnız hissederseniz Ay’a bakın. Bir yerlerde, birisi de aynı zamanda ona bakıyor olacaktır.
Bir sonraki yazıda görüşmek dileğiyle…
Yorum yap