Frankenstein: Guillermo del Toro’nun Rüya Projesi

Frankenstein: Guillermo del Toro’nun Rüya Projesi

Doğan Durmuş tarafından ·
Kasım 9, 2025

Bugün sizlerle beraber uzun zamandır beklenen, Guillermo del Toro‘nun rüya projesi olan Frankenstein üzerine konuşacağız. Mary Shelley‘nin romanından uyarlanan filmimiz hikayesinde kitaba göre irili ufaklı farklılıklar barındırıyor. Roman benim için del Toro’da olduğu gibi çok önemli bir konumda olduğundan yazımda da ekstra bir tutkuyla bahsedebilirim. Film prömiyerini bu sene Venedik Film Festivali‘nde oldukça olumlu yorumlarla yaptı. Kadrosunda Oscar Isaac (Victor Frankenstein), Jacob Elordi (Yaratık), Mia Goth (Elizabeth Harlander) ve Christoph Waltz (Heinrich Harlander) gibi ünlü oyuncuları barındıran filmimizde, hem Guillermo del Toro hem de oyuncular bu projeye karşı ne kadar tutkulu olduklarını bize hissettiriyorlar. Film şu anda sadece Netflix‘de yayında. Şimdi inceleme kısmına geçebiliriz. Herkese iyi okumalar!

Bu zamana kadar pek çok Frankenstein filmi çekilmiş olsa da sanırım en büyük bütçeli ve en geniş kapsamlı olan Frankenstein filmiyle karşı karşıyayız. Bunları yazarken özellikle “en geniş kapsamlı” derken diğer hiçbir Frankenstein filmini izlemediğimi belirtmek isterim, o yüzden bu yorum biraz belirsiz, havada ve tahmini bir yorumdur. Diğer yandan “en büyük bütçeli” kısmıyla alakalı da pek bilgim olmasa da filmi izlerseniz bu yorumumda neden bu kadar emin olduğumu anlayacaksınız zira bu hikayenin destansılığını ekrana yansıtmak için en ufak bir şekilde bütçeyi kısmak gibi bir durum söz konusu olmamış ve bu biz seyirciler açısından mükemmel olmuş. Burada benim tek sıkıntım filmi Türkiye’de sadece dijital bir platformdan izleyebiliyor olmamız. Yurt dışında bazı seçili salonlarda gösterime girerken ülkemizde de keşke böyle bir imkan sunulsaymış çünkü böyle bir filmi kendi evinizdeki ekrandan izleme zorunluluğu filmin yaptıklarına haksızlık oluyor.

Bu hikaye Dr. Victor Frankenstein’ın ölümsüzlük hedefi uğruna “Canavar” denen varlığı ortaya çıkarmasıyla alakalı bir hikaye ve bence başlamamız gereken nokta da Frankenstein’ın neden bu hedefi kendine belirlediğini anlamak. Victor çocukluğunda zengin bir anne ve doktor bir babanın bulunduğu bir ailede yetişiyor. Bu süreçte fotoğrafta da görebileceğiniz üzere annesi ile çok sıkı bir bağı var. Bu bağ annesinin ölümüyle beraber onun içinde sonsuz bir öfkeyi doğuruyor. Bu öfke hem annesinin ondan kopabiliyor ve gidebiliyor olmasıyla ilişkiliyken, hem de bence bu ölümün kardeşinin doğumuyla beraber ortaya çıkmasından dolayı kardeşiyle de ilişkili. Sonralarında da Victor’un annesinin ölümünü kafaya takıp, bunun tüm acılara çare olacağını düşünüp ölümsüzlüğü bulmaya çalıştığı süreci ve sonrasında yaşananları izliyoruz.

Annesiyle olan ilişkisini incelediğimize göre şimdi de babası ile olan ilişkisinden bahsetmemiz gerekiyor ama bu ilişkiye pek de baba-oğul ilişkisi denemez. Victor’un babası onun sadece öğretmeni, ona yalnızca tıbbi bilgileri öğretmek için orada bulunuyor. Durum böyleyken Victor’un kardeşi doğduğunda babası, Victor’un kardeşi olan Michael ile fazlaca ilgileniyor. Bu durum Victor’un annesinden artık alamadığı sevgiyi telafi edememesiyle beraber babasının ondan esirgediği sevgi ve ilgiyle birleşince onun hayli öfkeli, bencil ve hırsları uğrunda çokça hata yapan biri olmasına sebep oluyor. Victor annesini bu şekilde kaybetmese ve mutlu bir ailede büyüseydi neler olabileceğini düşünürsek bu hayatta yönümüzün nelere bağlı olduğunu da kolayca tespit edebiliriz diye düşünüyorum.

Chirstopher Waltz’un filmde Heinrich Harlander karakterini canlandırdığını girişte söylemiştim. Filmin başına oturmadan önce Waltz’un oyunculuğu ve rolüyle alakalı bir hayli heyecanlı olsam da bu açıdan hayal kırıklığına uğradığımı söyleyebilirim. Heinrich Harlander karakterini ilk gördüğümde “Tamam Waltz için yine sakin görünen, psikopat bir karakter yazılmış.” dedim ama durum maalesef pek de öyle değil. Heinrich Harlander, oldukça sakin ama bunun haricinde pek de göze çarpan kişilik özelliklerine sahip olmayan bir karakter. Karakterin filmdeki rolü aslında hayli önemli ama ekran süresi maalesef ki çok kısıtlı. Rolünden bahsedecek olursam, kısaca Dr. Victor Frankenstein’ın projesinden etkilenip, “bir karşılık beklemeden” ona finansal destek sağlayan bir karakter. Yani o olmazsa bunca serüvenin hiçbirine maruz kalmayacaktık ve Dr. Victor Frankenstein muhtemelen hırsından kendini yiyip bitirerek deliliğe vuracaktı.

Canavar’ın yaratılış kısmı oldukça zahmetli ve acımasızca ilerliyor. Savaş sırasında ölen insanların veya idam edilenlerin içinden sanki kurbanlık koyun seçercesine “Şunun bacağı iyiymiş.” veya “Bunun da sırtını mı alsak ya?” diyerek parça parça toplanıyor. Dr. Frankenstein ölümsüzlüğü bulmaya çalışırken elbette bir tanrı kompleksine sahip çünkü biliyoruz ki gerçek olan hepimizin bir gün öleceği ve Dr. Frankenstein buna karşı çıkıyor. Düğmelerin yanlış iliklenerek sonun bir felakete sebep olması da insanın kendini tanrı sanmasından başlıyor. İkinci yanlış iliklenen düğme ise bir bedeni birleştirme kısmında gerçekleştiriliyor ve Tanrı’nın bizleri teker teker, hepimizin ayrı özelliklere sahip olacağı şekilde yarattığı yerde Dr. Frankenstein, yaratacağı bu “Canavar” denen varlığı son derece tevazudan uzak, öfke ve egoyla ortaya çıkartıyor. Bir Tanrı’nın özelliklerine sahip olmadan “Tanrıcılık Oynamak” esaslı bir aptallık ve bunu günümüzde pek çok kişi yapıyor.

Burada bir sonraki değineceğim durum ise Mia Goth’un canlandırdığı karakter olan Elizabeth Harlander. Elizabeth, hayatla derdi olan ama bunu her daim içinde yaşayan ve insanlardan umudunu kesmiş, dünya düzeninin farkında olan bir karakter. Bu filmde özellikle “Canavar” ile olan iletişimiyle bizlerin çıkarım yapmasında hayli faydalı olan Elizabeth Harlander, Canavar’a son derece anlayışlı ve naif bir şekilde yaklaşıyor ve onun içindeki iyiliği ve merhameti gören ilk karakter oluyor çünkü Elizabeth’in içinde de bu duygular hayli fazla. Öte yandan Dr. Frankenstein Canavar’da yalnızca olağanüstü güç, kendi yaralarını yenileme özelliği ve aptallık görüyor çünkü Dr. Frankenstein’ın karakterinde de bu özellikler oldukça ön plana çıkıyor. Canavar dediğimiz varlık ilk yaratıldığında tamamen boş bir varlıktı ve onunla karşılaşanlar kendi içinde ne barındırıyorsa onda da onu gördüler. Canavar ile karşılaşan her insan için bu geçerli ve karakterlerin analizini yapmayı oldukça kolaylaştıran bir etmen.

Açıkçası Michael karakterine ve Michael-Elizabeth-Victor iletişim üçgenine pek girmek istemiyorum. Michael karakterine değinmeyi istememe sebebim onun bu filmde pek de kayda değer bir rolünün olmamasından kaynaklanıyor. Michael oldukça düz bir karakter, Victor ne isterse yapıyor çünkü ondan çok korkuyor. Böylesine korkak olması sadece Victor’un karakterinin ne kadar egoist ve baskıcı bir insan olduğunu görmemizi sağlıyor ama bu zaten Michael olmasa da gayet ortada olan bir durum. Michael-Elizabeth-Victor üçlüsünün iletişimine değinmeme sebebim bana pek de bir şey hissettirmemesi. Hikayede bu üçlünün iletişimi, sadece kendilerine etki eden ve genel felsefi bakışa zannımca pek de etki etmeyen bir konumda.

“Tamam kardeşim yan karakterler iyi de tüm inceleme boyunca bahsettiğin Canavar nerede?” diyecek olursanız çok haklısınız ama onu sizin kişisel deneyiminizi hala kişisel tutabilmeniz için çok da bahsetmemek üzere sona sakladım. Şunu söylemem gerekiyor ki “Canavar” karakterine hayat veren Jacob Elordi çok çok iyi bir oyunculuk sergilemiş ve çeşitli yerlerde adaylıklara hatta ödüllere gidebilir. İncelemem boyunca aslında Yaratık demem gereken canlıya sürekli “Canavar” diyerek hitap ettim çünkü filmdeki insanlar (iki kişi hariç) bizim gibi özelliklere sahip ama her tarafı dikiş izleriyle kaplı, cüsseli bu canlıyı ilk gördüğünde hemen bir korku hissine kapılıyorlar. Belki de bazılarınız karakteri anlatırken “Canavar” dememe pek de takılmamış olabilirsiniz çünkü romanı okumadıysanız bu canlı size tasvir edildiğinde son derece tedirgin edici bir canlı olduğunu düşünmüş olabilirsiniz. Bu düşünceleriniz çerçevesinde de ona “Canavar” demem gözünüze batmamış olabilir.

Filmde Elizabeth karakteri haricinde bu canlıya iyi davranan tek kişi kör, bilge bir amca ki bu amca sevgiyle Yaratık karakterini yetiştiriyor ve o da bu amcamız sayesinde hayatta bir anlam aramaya çalışıyor. Anlam arama süreci de onu yaratıcısı olan Victor’a götürüyor. İşte burası şahsen çok üzücü çünkü bu Yaratık sonsuz bir yaşama sahip ve onun yaratıcısı ölümlü bir varlık, bu yüzden sorularına tamamen bir yanıt bulamayacak ki bulsa bile böylesine hatalı bir varlık olan insanın böylesine yüce bir niteliği oluşturması haddine değil. Durum böyleyken insanın mantıklı açıklamalar vermesi veya onu huzura erdirmesi mümkün değil çünkü tanrısal özelliklere sahip değil. Tanrısal özelliklere sahip olmadan tanrısal işlere kalkışmak da elbette ki filmin sonunda da gördüğümüz üzere pek iyi sonuçlar doğurmuyor.

Sonuç olarak bu film akla gelebilecek her alanda işini çok iyi yapan bir film. Hikayesi, müzikleri (pek bahsetmedim ama destansı müziklere sahip), oyunculukları, dekorları, makyajları ve görsel efektleriyle senenin en iyi filmlerinden biri. Sadece belirtmem gerekiyor ki eğer kana veya insan uzuvlarının kesimlerine dair bir çekinceniz varsa film bu konuda da işini çok iyi yaptığı için sizi biraz rahatsız edebilir, şahsen benim de içimin çekildiği bazı sahneler oldu. Böyle özel bir durumunuz yoksa ben bu filmi izlememesi gereken herhangi bir kitle göremiyorum çünkü hem sanatsal tarafı ağır, hem de ana akıma hitap edebiliyor. Bu iki özelliği bir arada barındırabilen filmler de zannımca çok özel filmler oluyorlar. Bu film de benim için romanı kadar özel bir film oldu. Herkese iyi seyirler diliyorum!

Doğan Durmuş

Doğan Durmuş

Kendimce kültür-sanat üzerine yazıyorum.

Yorum (0)