
BÖLÜM I — İNSAN RUHUNUN KİRLİ ARŞİVİ: Penny Dreadful Neden Bu Kadar Yaralayıcı?
Penny Dreadful, sıradan bir korku dizisi değildir.
Çünkü sıradan korku dizileri izleyicinin kalbini bir anlığına hızlandırır, sonra rahat bir gülümsemeyle koltuğuna geri oturtur.
Bu dizi ise nefesini keser, kalbini sıkıştırır, seni koltuğa gömüp orada bırakarak gider.
Penny Dreadful’ı izlerken insan kendine şu soruyu soruyor:
“Ben neden bu kadar rahatsız oldum?”
Ama dizi bunu sana söylemez;
sadece elindeki mumun ışığını biraz daha kısmış gibi yapar.
Bir oda daha karanlıklaşır, bir gölge daha uzar, bir diyalog yarım kalmış bir dua gibi boğazına takılır.
Modern televizyon artık çok steril.
Korku dizileri parlamalı, kaliteli görünmeli, dört dörtlük olmalı, jump scare yapmalı, ritmini hesaplamalı…
Ama Penny Dreadful böyle değil.
Tam tersine:
kirli, yapışkan, rutubetli, kasvetli.
Sanki birinin günlerce açılmamış bir odasının içine giriyorsun:
Pencereler kapalı, paslı bir demir kokusu var, duvardaki sıvalar dökülmüş ve havada bir zamanlar yaşanıp bitmiş bir acının gramları dolaşıyor.
Ve daha da kötüsü:
Bu koku tanıdık geliyor.
Penny Dreadful’ın ses tonu işte burada ortaya çıkıyor:
Bu bir korku öyküsü değil; bir tanıma öyküsü.
İnsanın kendi içindeki gölgeyi tanıdığı o an kadar rahatsız eden bir şey yoktur.
Dizi tüm efsaneleri, tüm mitolojik yaratıkları, tüm karanlık sembolleri tek tek önüne koyuyor.
Ama korkutan şey vampir değil, şeytan değil, kurt adam değil…
Korkutan: insan.
Penny Dreadful, insan ruhunun kirli arşivlerini açıyor.
O çekmecelerde unuttuğumuz şeyleri gösteriyor:
Suçluluk, arzu, günah, yalnızlık, bastırılmış öfke, reddedilme, kaybedilme…
Tehlikeli olan bunlar çünkü tanıdıklar.
Bu yüzden dizi seni korkutmuyor;
seni ifşa ediyor.
Ve bu ifşa, korkudan çok daha kalıcı bir iz bırakıyor.
Penny Dreadful’ın dehası, korkunun dışarıdan gelmediğini söylemesinde değil;
korkunun içimizde zaten yaşadığını göstermesinde.
İşte bu yüzden izleyip kapattıktan sonra bile dizi zihninde yaşamaya devam ediyor.
O dumanlı sokaklar, o titreyen mum ışığı, o yarım kalmış dua…
Hepsi sana bir şeyi hatırlatıyor:
“Karanlık denen şey, dışarıdan bulaşmaz.
Karanlık içeride doğar.”
Bu nedenle Penny Dreadful, korkutmak için değil…
açmak için yapılmış bir dizi.
Ve insan açılınca kolay kolay kapanmaz.
BÖLÜM II — VANESSA IVES: Bir Kadının İçindeki Fırtına, Tanrı’dan Daha Gürültülüdür
Vanessa Ives, televizyonun gördüğü en büyük trajedilerden biridir.
Ama onu trajik yapan şey başına gelenler değil;
içinde taşıdığı şeydir.
Eva Green’in performansını anlatmak için kelimeler yetmez.
Öyle bir oyunculuk ki, yalnızca bir karakteri canlandırmıyor;
o karakterin lanetini vücudunun içinde yaşatıyor.
Onu izlemek, bir insanın kendi ruhuyla savaştığını izlemek gibi.
Dışarıdan sakin, içeriden bir fırtına.
Rüzgâr esmiyor ama içinin bağırışını duyuyorsun.
Vanessa’nın hikâyesi aslında çok eski, çok insanî bir hikâye:
Tanrı ile beden arasında sıkışan bir kadın.
Kutsallıkla arzu arasındaki çatlak.
Günahla sevgi arasındaki uçurum.
Diziyi izleyen herkes Vanessa’ya neden bu kadar bağlandığını anlamaya çalışır.
Oysa cevap basit:
Vanessa’nın içindeki şey, bizim içimizde de var.
Fark sadece ad koyamıyor oluşumuz.
Vanessa bir şeytan tarafından ele geçirilmez aslında;
o içindeki boşlukta kendi sesini duyar.
Bu ses, insanın en eski sesidir:
korku, arzu, suç, kimlik.
Onun nöbetleri şeytanî ritüeller gibi görünür ama özünde bir çığlıktır.
Dua ederken titremesi, bir ayine değil; kendine yakarışıdır.
Ağlaması, şeytandan değil; kendinden korktuğu içindir.
Vanessa Ives, korkunun en doğru temsilidir:
Korku, insanın kendine dokunmasıdır.
Eva Green’in gözlerinin altında sürekli o yorgun mavilik vardır.
Ama o yorgunluk fiziksel değildir; ruhsal bir çürümenin izi.
Her sahnede görmek istemediği bir gerçekle savaşır:
“Ben bu dünyada yalnızım ve içimde bir şey var.”
Bu “bir şey” her izleyici için farklıdır:
travma, günah, geçmiş, pişmanlık, kayıp, arzular, suçluluk…
Vanessa’nın laneti, aslında her insanın lanetidir:
kendine karşı güçsüz olmak.
Tanrı’ya ne kadar yaklaşırsa yaklaşsın, o boşluk hiç dolmaz.
Arzu ne kadar büyürse büyüsün, ruhu hiç ısınmaz.
İman ne kadar güçlenirse güçlensin, şeytan hep bir nefes ötededir.
Çünkü Penny Dreadful’da şeytan dışarıda gezmez.
İnsanın içine doğar.
Vanessa’nın en büyük çöküşü şeytana teslim olması değil,
kendine teslim olmasıdır.
Ve bu yüzden onun hikâyesi bir korku hikâyesi değildir:
bir kadın trajedisidir.
Bir insan trajedisidir.
BÖLÜM III — FRANKENSTEIN MİTOLOJİSİ: Bir Canavar Değil, Bir Suçun Anatomisi
Frankenstein’ın hikâyesi, pop kültürünün en çok yanlış anlaşılan mitlerinden biridir.
Victor’un yarattığı şeyler canavar değildir;
onun günahlarının beden almış hâlidir.
Penny Dreadful bunu anlar.
Ve belki de televizyonda ilk kez, Frankenstein’ı gerçekten insan yapan şeyin
“ölüleri diriltmesi” değil,
kendi içindeki ölüyü diriltememesi olduğunu gösterir.
Victor Frankenstein bir bilim insanı değil;
bir bağımlıdır.
Bağımlılığı hayat değil, ölümün kendisidir.
İnsanın kaybettiği şeyi geri getirme takıntısına tutulmuş bir ruh.
Geri getirme çabası, her denemesinde biraz daha çürüyen bir vicdan.
Yaratıkları — Proteus, Lily, Caliban —
Victor’un üç ayrı aynasıdır.
Proteus masumiyetiydi.
Onu öldürdüklerinde Victor’un gözünde bir şey kırıldı,
ama bu acı onu iyileştirmedi.
Aksine, onu daha derin bir lanete itti.
Çünkü masumiyet bir kere ölünce geri gelmez,
ve Victor bunu ilk Proteus’un bedeninde öğrendi.
Lily ise Victor’un arzularının, kibirinin, bencil sevgi anlayışının bedenleşmiş hâliydi.
Victor onunla bir gelecek kurmak istediğinde,
aslında kendi yarım kalmışlığını tamir etmeye çalışıyordu.
Ama Lily doğduğunda Victor’un sandığı şey olmadığını anladık:
kendi yarattığı tanrıçayı bile kontrol edemeyen bir adam.
Bu da bir tür cezaydı.
Kendi arzularının kurbanı olmak.
Ve Caliban…
Caliban Victor’un en ağır günahının tam ortasında durur.
Onu izlemek, insanın kendi en çirkin yanına bakması gibidir.
Caliban bir canavar değildir;
Victor’un vicdanının çürümüş hâlidir.
İnsanlığı en iyi o anlar.
İhaneti, sevgiyi, reddedilmeyi, şefkati…
Hepsini Victor’dan daha insancıl yaşar.
Caliban’ın yüzünde dikişler vardır ama
en büyük yara yüzünde değil, ruhundadır.
O, insan olmayı öğrenmeye çalışan bir acıdır.
Bir çocuğun ilk nefesindeki umutla
dünyanın en karanlık gerçeği arasında sıkışıp kalmış bir figür.
Penny Dreadful’ın Frankenstein üçlemesi bize şunu söyler:
İnsan bazen kendi yaratıklarından değil, kendi yarattığı acıdan kaçar.
Victor’un günahları zombiler gibi dışarıdan gelmez;
kendi elleriyle diktiği bedenlerdir.
Her yaratık, Victor’un başka bir duygusunun öldüğü gündür.
Ve o günler hiç bitmez.
Bu yüzden Penny Dreadful’ın Frankenstein hikâyesi “korku” değildir;
katman katman açılan bir suç itirafıdır.
BÖLÜM IV — LONDRA: Şehrin Kendisi Bir Ceset, Sokakları Çürük Bir Hafıza
Penny Dreadful’ın Londra’sı gerçek bir şehir değildir.
Bu Londra bir mekân değil, bir hafızadır:
çürümüş, rutubetli, kirli bir vicdanın iç odaları gibi.
Sis, dizi boyunca sadece bir atmosfer detayı değil;
insanın kendi kendini göremediği anların sembolü.
Duman sadece sokakları değil, karakterlerin bilincini de kaplar.
Bir şey görmezsin ama görmediğin şey seni peşinden gelir.
Londra’da gece karanlık bir metafor değildir;
gerçek bir tehlikedir.
Binalar, mezarlıklar, köhne evler, sokak lambalarının altında titreyen gölgeler…
Bu şehir nefes almaz.
Nefesini tutar.
Sana bakar.
Her köşede bir günah vardır.
Her duvarda bir sır.
Her sokak dönüşü bir pişmanlık kokar.
Londra adeta yaşayan bir organizmadır,
ama kanı siyah akar.
Bir tür “medeni çürümüşlük.”
Zenginlik ve sefalet arasındaki uçurum değil burada korkutucu olan;
o uçurumun altına gömülmüş insan ruhu.
Modern dizilerde şehir dekor olur.
Penny Dreadful’da şehir hikâyenin en büyük karakteridir.
Çünkü Londra’nın sokaklarında dolaşan “şey” vampir, kurt adam ya da iblis değil—
suçluluk duygusunun kendisidir.
Victoria dönemi Londra’sı burada tarihsel bir bilgi değil;
toplumsal depresyonun estetiğidir.
Bütün toplum bir tür ruhsal çöküş yaşar ve Penny Dreadful bunu adım adım seyirciye hissettirir.
Bu şehir “kötü” değildir.
Bu şehir “yorulmuştur.”
İnsanların günahlarından, savaşlardan, kayıplardan, açlıktan, yalnızlıktan yorulmuştur.
Ve bu yorgunluk diziyi izleyenin de üzerinde ağır bir battaniye gibi çöker.
Londra, Penny Dreadful’ın en derin cümlesini fısıldar:
“Karanlık sokaklarda gezmez.
Karanlık şehrin üzerinde duran bulut değildir.
Karanlık insanın içindedir.
Ben sadece aynayım.”
Ve işte bu yüzden bu şehir sahne değil;
ruh haritasıdır.
BÖLÜM V — ETHAN CHANDLER: Şiddetin Sessiz Sonuçları ve Kendinden Kaçan Bir Adam
Ethan Chandler dizide bir kurt adam, evet.
Ama kurt adam mitosu Penny Dreadful’da bir süper güç değil,
bir “özür” değil,
bir “lanet” de değil.
Ethan’ın dönüşümleri aslında onunla ilgili hiçbir şey anlatmaz.
Asıl hikâye, dönüşmediği zamanlarda başlar.
Ethan Chandler’ın asıl canavarlığı,
kurt olduğu gecelerde değil, insan olduğu günlerde ortaya çıkar.
Çünkü insan hâli çok daha tehlikelidir.
Ethan’ı anlamak için kurt adam sahnelerine değil,
onun boş boş bir noktaya baktığı sahnelere bakmak gerekir.
Orada bir Amerikan günahı görürsün:
kovboy romantizminin altında çürümüş bir savaş, bir soykırım, bir erkeklik suçu.
Ethan hep kaçıyor.
Ama kurt adam doğasından kaçmıyor.
Kendinden kaçıyor.
Yaptığı şeylerden.
Yapmadığı şeylerden.
Sevdiği insanlara bile söyleyemediği yaşanmışlıklardan.
Ethan Chandler bir vücut değil, bir kaçış hâlidir.
Ve kaçtıkça karakteri daha da sertleşir.
O kaçışın içindeki boşluğu doldurmak için şiddete sarılır.
Bu şiddet göze sokulmayan bir estetiktir Penny Dreadful’da:
Ethan ağlamaz, bağırmaz, kırıp dökmez.
Sessizleşir.
İnsanı asıl rahatsız eden de bu sessizliktir.
Penny Dreadful bize bir şey öğretir:
Şiddetin en tehlikeli biçimi sessiz olandır.
Ethan’ın yüzünde sürekli bir suç izi vardır.
Gözlerinde eski bir savaşın külleri durur.
Sanki bir yerde yıllar önce biri ölmüş,
o ölüm Ethan’ın ruhuna yerleşmiş
ve bir daha hiç çıkmamış gibi.
Kurt adam olması, onun dışarıdan görünen canavarlığıdır.
Ama insan hâli…
o çok daha boğucudur:
- günah saklar
- pişmanlık saklar
- acı saklar
- öfke saklar
- kayıp saklar
- ve en tehlikelisi: anlamlandıramadığı bir iç boşluğu saklar
Penny Dreadful’da Ethan’ın hikâyesi, erkeklik mitinin çöküşüdür aslında.
O klasik Amerikan kovboy imajının altından
yorgun bir çocuk çıkar.
Eli silaha alışmış ama kalbi acıya dayanamaz hâle gelmiş bir çocuk.
Vanessa’nın acısı kutsaldır;
Ethan’ın acısı ise cehennem gibi içten içe yanar ve kimseye görünmez.
Ethan Chandler’ın trajedisi şudur:
Kurt adam olmak değil, insan olmak onu mahvediyor.
Kurtken kontrolü kaybediyor ama en azından bir amacı var:
avlanmak, öldürmek, dağılmak.
İnsanken hiçbir amacı yok.
İşte asıl trajedi de buradadır.
Vanessa’nın inançla savaştığı yerde,
Ethan kendi dünyasızlığıyla savaşır.
Onun Tanrı’yla sorunu yoktur.
Onun sorunları çok daha “dünyevî”,
çok daha kanlı,
çok daha gerçek.
Bir sahnede Ethan şöyle der:
“I am not the man you think I am.”
Ve bu cümle bütün karakterini özetler.
Çünkü Penny Dreadful’da kimse kendini tam olarak bilmiyor.
Ethan da biliyor ki onun içinde kurt olandan daha tehlikeli bir şey var:
geçmiş.
Geçmiş seni dönüştürmez.
Geçmiş seni yer.
Ve Ethan’ı en çok yiyen şey budur:
İnsan kalabilmiş yaraları.
O yüzden Penny Dreadful’ın en “sessiz” korkusu Ethan Chandler’dır.
Şeytanlar bağırır, vampirler hırlar, Frankenstein yaratıkları ağlar…
Ethan hiçbir şey yapmaz.
Ve bu sessizlik bazen bir çığlıktan daha yüksek gelir.
BÖLÜM VI — DORIAN GRAY: Ölümsüzlüğün Çürüttüğü Boşluk
Dorian Gray, Penny Dreadful evreninde en az bağıran, en süssüz, en sakin görünen karakterdir.
Ama bu sakinlik bir huzur değil;
hiç kimsenin taşımadığı bir boşluk türüdür.
Dorian Gray’i izlemek,
sonsuzluğun sandığımız kadar büyük bir fikir olmadığını anlamaktır.
Ölümsüzlüğün romantik bir rüya değil,
rutubetli bir işkence olduğunu fark etmektir.
Dorian’ın güzelliği lanetlidir;
çünkü kimse ona dokunamaz.
Dorian’ın bedenine zarar veremezsin, evet—
ama ruhunda zaten harcanmış bir ömür vardır.
Hatta birden fazla ömür:
yüzlerce gece, binlerce gün,
sayamadığı kadar çok yüz,
hatırlamayı bıraktığı kadar çok günah.
Ölümsüzlük Dorian’ı ilahlaştırmamıştır.
Ölümsüzlük onu boşaltmıştır.
Dorian Gray’in yüzü parlaktır ama içi karanlık değil—
boştur.
Karanlığın bile bir ağırlığı vardır,
boşluğun ise sadece uğultusu.
Dorian’ın en korkunç yanı kötülüğü değildir;
hiçbir şey hissetmemesidir.
Ethan Chandler acı çeker,
Vanessa Ives parçalanır,
Victor Frankenstein suçluluktan kırılır…
Dorian hiçbir şey hissetmez.
Bu hissetmeme hâli bir duvar değil, bir oyuktur.
Bir organ gibi değil,
sanki ruhunun ortasında açılmış bir çukur gibi.
Ve o çukurdan içeri baktığında
hiçbir şey görmezsin.
Bir ışık yok, bir gölge yok, bir hatıra yok.
O boşluk, Dorian Gray’in tüm karizmasının ardında duran sessiz, ürkütücü bir hakikattir:
“Sonsuz yaşamak, yaşayamamaktır.”
Dorian’ın seks, zevk, estetik ve hedonizmle dolu geceleri
bir kutlama değildir.
Bir mezar taşıdır.
Arzu, onun için bir duygu değil;
ölümsüzlüğün donukluğunu birkaç dakikalığına unutturmak için kullanılan keskin bir uyuşturucudur.
Ve bunu izlemek huzur vermez.
Rahatsız eder.
Çünkü Dorian Gray bize bir soruyu fısıldar:
“Gerçekten sınırsız bir hayat yaşamak ister miydin?
Yoksa zaten şu an yaşadığın sınırsız boşluk mu?”
Dorian, tüm karakterler içinde en “şeytani” görünenidir belki,
ama o şeytanlık bir seçim değildir.
Bir yan etkidir.
Yaşayamamanın yan etkisi.
Dorian Gray’in trajedisi ölümden kaçması değildir.
Dorian’ın trajedisi,
hayatın ona bir anlam vermeyi çoktan bırakmış olmasıdır.
Sanıyoruz ki Dorian’ın yüzünün hiç değişmemesi onu özgür kılar—
oysa tam tersi:
onu bir kafese kapatır.
Herkes değişir, herkes yaşlanır, herkes acı çeker, herkes ölür—
Dorian hiçbirini yapamaz.
Ve değişememek insanın yaşadığı en büyük trajedidir.
Bir karakter şöyle der Dorian’a:
“You are the saddest man I know.”
Ve bu cümle doğruyu söyleyen en acı maske düşüşüdür.
Çünkü gerçekten de öyledir.
Dorian Gray’in trajedisi “karanlık” değildir;
karanlığın bile altında kalan o sessiz hiçliktir.
Bir insanın ruhu boşsa,
onu hiçbir şey kurtaramaz.
Ne güzellik,
ne hedonizm,
ne aşk,
ne ölümsüzlük.
Hepsi boşluğun etrafına dizilmiş parlak oyuncaklardan ibarettir.
Dorian Gray, Penny Dreadful’ın en sessiz karakteridir—
ama en gürültülü çöküştür.
BÖLÜM VII — KARANLIK DIŞARIDAN GELMEZ; KARANLIK İÇTE BİRİKİR
Penny Dreadful’ın en büyük sırrı şu çok basit, çok acı, çok evrensel cümlede saklıdır:
“Karanlık dışarıdan gelmez.
Karanlık insanın içinde doğar.”
Ve hiçbir korku dizisi bu cümleyi Penny Dreadful kadar dürüst söyleyememiştir.
Diziyi izlerken vampirlerin, şeytanların, yaratıkların, iblislerin sahneye girişini görürüz ama…
onların asıl “kötülüğü” yoktur.
Hem de hiç.
Dizideki kötülük efektlerden, makyajdan, mitlerden gelmez.
Kötülük, karakterlerin kendi içinden gelir:
- Vanessa günahlarından,
- Victor kendi gururundan,
- Ethan geçmişinden,
- Sir Malcolm bencilliğinden,
- Dorian boşluğundan,
- Caliban reddedilişinden,
- Lily acısının intikamından.
Dışarıdan gelen hiçbir tehdit insanı bu kadar yaralayamaz.
Çünkü insan en çok kendi içinden gelirken yaralanır.
KARANLIK BİR VARLIK DEĞİL; BİR BİRİKİM
Karanlık Penny Dreadful’da bir “varlık” değildir.
Bir odada dolaşan gölge, bir varlık, bir iblis değildir.
O karanlık yılların birikimidir.
Söylenmemiş cümlelerin, ertelenmiş itirafların, bastırılmış arzuların, gömülmüş günahların yavaş yavaş çürümesidir.
İnsan karanlıkla doğmaz.
Karanlık zamanla birikir.
Tıpkı rutubet gibi:
Duvara ilk başta belli belirsiz yapışır,
sonra büyür,
sonra kokar,
sonra bütün odayı ele geçirir.
Penny Dreadful’ın korkusu budur:
İnsanın içindeki rutubet.
O rutubet bazen bir duayla sessizleşir,
bazen bir öpücükle parlar,
bazen bir çığlıkla dışarı taşar.
Ama hiçbir zaman yok olmaz.
KORKU SES ÇIKARDIĞI İÇİN DEĞİL, SESSİZLEŞTİĞİ İÇİN VAR
Penny Dreadful’da şeytan karakterleri bağırır, çağırır, çığlık atar…
ama asıl korkutucu olan o ses değil,
Vanessa’nın “dilsizleştiği” anlardır.
Sessizlik burada bir kabuk gibi kapanır karakterin üzerine.
Korku, jump scare değildir.
Korku, insanın kendi içindeki sessizliğe kulak vermesidir.
Çünkü insan kendi sessizliğini duyduğu anda
gerçek bir şeyle yüzleşir: kendisiyle.
Vanessa’nın içindeki iblisle mücadelesi aslında dışarıdan gelen bir işgal değildir.
O iblis, Vanessa’nın kendi iç sesinin, kendi arzusunun, kendi günahının
kutsal bir aynada çoğalmış hâlidir.
Ethan’ın kurt adam dönüşümleri bir lanet değildir.
Bir itiraftır:
“İçimde bir şey vardı, ben onu saklayamadım.”
Victor’un yaratıkları bir deney değildir.
Bir çöküştür:
“Kendimi tamir etmek isterken her şeyi daha çok bozdum.”
Dorian’ın boşluğu bir hedonizm hikâyesi değildir.
Bir nihilizm anatomisidir.
Bu dizi korku değil,
korkunun nedenini anlatır.
KARANLIK, İNSANIN İÇİNDEKİ O HAREKETSİZ ACIDIR
Penny Dreadful korkutmaz çünkü korkuya ihtiyaç duymaz.
O bize çok daha ağır bir şey gösterir:
Acı insanın içinde hareketsiz durur.
Orada bekler. Birikir.
Kimse görmesin diye susar.
Ve biz diziyi izlerken
kendi içimizde duran o sessiz acının sesini duyuyoruz.
Penny Dreadful’ın korkusu bir iblisin varlığında değil,
iblis gittiğinde geriye kalan boşlukta saklıdır:
- İnanç kırık olduğunda doğan karanlık
- Arzu engellendiğinde doğan karanlık
- Suç affedilmediğinde doğan karanlık
- Sevgi karşılık bulmadığında doğan karanlık
- Geçmiş unutulmadığında doğan karanlık
Bu yüzden Penny Dreadful insanı korkutmaz,
insanı ortaya çıkarır.
Karanlık dışarıda değil,
diziyi izlerken sessizce içimize çöken bir ağırlıktır.
Ve işte bu yüzden dizi kapanır,
ama karanlık kapanmaz.
BÖLÜM VIII — FİNALİN CESARETİ: Mutlu Son Yalanından Vazgeçen Bir Hikâye
Penny Dreadful’ın finali yalnızca bir sezonun, yalnızca bir hikâyenin sonu değildir.
Bu final, modern televizyonun alışkanlıklarına karşı açılmış bir savaştır.
Çünkü bugün hiçbir dizi cesaret edemez şuna:
“Hayır, bu karakter kurtulmayacak.”
Penny Dreadful bunu söyler.
Hem de utanmadan, saklamadan, izleyicisini oynamadan.
Ve asıl bu yüzden, dizinin finali rahatsız edici bir hakikati ortaya koyar:
Bazen savaş kaybedilmez; biter.
İnsan pes ettiği için değil, yorulduğu için.
Vanessa Ives’in Ölümü Bir Yenilgi Değil – Bir Kabul
Vanessa, dizi boyunca kaderiyle değil, kendi içindeki uçurumla mücadele etti.
O uçurum ne iblisti, ne lanetti, ne de karanlık güçlerin oyunuydu.
O uçurum, Vanessa’nın kendi benliğiydi.
Finalde Vanessa ölürken
aslında şeytanı yenmiyor,
Tanrı’ya kavuşmuyor,
kurtarılmıyor…
Sadece duruyor.
Savaşmayı bırakıyor.
Rahatlıyor.
Modern diziler bunu yapamaz.
Çünkü modern hikâyecilik, karakterin “bağlantı kurmasını”, “sevgiyle iyileşmesini”, “kaderini yenmesini” ister.
Penny Dreadful ise şunu söyler:
“Her yara kapanmaz.
Her insan iyileşmez.
Ve bazı ruhlar dünyaya fazla ağır gelir.”
Bu, dizinin en cesur cümlesidir.
Vanessa ölürken, aslında ilk defa özgürdür.
Hayatın değil, acının ağırlığından kurtulur.
İzleyici ağlar çünkü bu ölüm trajiktir.
Ama trajedinin güzelliği vardır orada:
Biri sonunda acı çekmeyi bırakmıştır.
Ethan’ın Kucağındaki Sessizlik:
Aşkın Değil, Geç Kalmışlığın Ağırlığı**
Ethan Vanessa’yı kucağına aldığında,
gerçek bir aşk sahnesi izlemeyiz.
Bu sahne bir “keşke”dir.
Bir gecikmişliktir.
Bir geç kalmışlık trajedisidir.
Ethan’ın yüzündeki ifade şu değildir:
“Onu seviyorum.”
Şudur:
“Onu kurtaramadım.”
Ve bu, aşkın dramatik tarafı değil;
aşkın gerçek tarafıdır.
Bazen seversin…
ama sevgi birini hayatta tutmaya yetmez.
Sevgi gecikir.
Sevgi yarayı saramaz.
Penny Dreadful bunu açıkça gösteren nadir eserlerdendir.
Dizi burada romantizme değil,
gerçeğe inanır:
Bazen sevdiğin insanı tutarsın…
ama o artık yoktur.
Sir Malcolm’un Çöken Gururu:
Bir Babayı İkinci Kez Kaybetmek**
Sir Malcolm, dizi boyunca hep “ben güçlüyüm” dedi.
Vanessa onun için bir evlat, bir kefaret, bir vicdan parçasıydı.
Finalde Vanessa’nın ölümüyle yüzüne tokat gibi çarpan şey şudur:
Güç hiçbir şeyi değiştirmez.
İrade hiçbir şeyi geri getirmez.
Ve bir insan sadece bir kez değil,
birçok kez baba olarak kaybedebilir.
Malcolm Vanessa’nın bedeninin yanında dururken
ilk defa “yaşlı” görünür.
Cesareti değil, kırılmışlığı sahnededir.
Penny Dreadful burada bir baba figürünü yüceltemez.
Çünkü dizi yüceltmez.
Dizi anlatır.
Ve anlatılan şey şudur:
“Bazı hatalar ömür boyu susar.”
Dizinin Kapatmadığı Bir Boşluk:
Final Mutlu Değil, Ama Doğru**
Penny Dreadful’ın finali çok önemli bir şeyi reddeder:
“Kapanış” hissini.
Güya bitmiş bir hikâye gibi davranmaz.
Her karakter dağılmıştır:
Ethan parçalanmıştır,
Malcolm yalnızdır,
Dorian boşluğuna geri gömülmüştür,
Victor kendi yaratıklarına bile sahip çıkamaz hâldedir.
Bu bir final değil;
hayatın kendisidir.
Hayat da bazen böyle biter:
cevaplar verilmeden,
hikâyeler yarım kalmışken,
sözler söylenmeden,
biri ölünce oda sessizliğe gömülür ve
kimse o sessizliği dolduramaz.
Penny Dreadful tamamen bunu söyler:
“Hiçbir şey düzelmemiş olabilir.
Ama en sonunda herkes kendi acısının içinde durmayı öğrenir.”
Vanessa’nın ölümü “kötülüğe karşı kazanılmış bir zafer” değildir.
Bir insanın kendi cehenneminden çıkışıdır.
Dizinin yaptığı şey de şudur:
Mutlu son bir yalan.
Biz yalan söylemiyoruz.
Ve bu dürüstlük Penny Dreadful’ı bir korku dizisi olmaktan çıkarır,
ağır bir insan hikâyesine dönüştürür.
BÖLÜM IX — SONUÇ:
Penny Dreadful Neden Bu Kadar Kırıcı,
Bu Kadar Sessiz, Bu Kadar Güzel?**
Penny Dreadful bir dizi değil.
Penny Dreadful bir atmosfer.
Bir ruh hâli.
İnsanın içindeki o ufacık ama hiç kapanmayan yaraya benzeyen bir sessizlik.
Dizi bittiğinde ekran kararır,
ama o karanlık izleyicinin içinden hemen çıkmaz.
Çünkü bu dizi korku anlatmaz;
korkunun nedenlerini anlatır.
Ve biz çoğu zaman fark etmeyiz ama
korku insanın içine dışarıdan girmez.
Korku içeriden gelir.
Diziyi bu kadar özel,
bu kadar acı,
bu kadar kalıcı kılan şey tam olarak budur:
Penny Dreadful, insanın kendi karanlığıyla yüzleşmesini söyler.
Korku yaratmaz — korkuyu hatırlatır.
Vanessa’nın inancı,
Ethan’ın geçmişi,
Victor’un gururu,
Dorian’ın boşluğu,
Lily’nin öfkesi,
Caliban’ın yalnızlığı…
Hepsi aynı yerden çıkar:
“Ben insanım ve bununla ne yapacağımı bilmiyorum.”
Bu yüzden Penny Dreadful izleyiciyi yormaz;
onu tüketir.
Ruhunun kuytularından bir parmak büyüklüğünde,
sessiz bir acıyı çıkarır ve masanın üzerine koyar:
“Bak.
Bu sensin.”
Dizinin güzelliği burada yatar.
Çünkü insanların içindeki acılar konuşmaz.
Onlar sessizdir.
Ve bu dizi o sessizliği kelimelere döker.
Penny Dreadful korkunçtur,
çünkü hayat korkunçtur.
Penny Dreadful güzeldir,
çünkü insanlar acı çekerken bile güzellik arar.
Penny Dreadful melankoliktir,
çünkü yaşamak denen şey baştan aşağı melankolidir zaten.
Dizinin finali bittiğinde geriye bir tek şey kalır:
Yalnızlığımız.
Ve tek tuhaf teselli şudur:
Bu yalnızlıkta bile,
Vanessa’nın o son bakışında,
Ethan’ın sessiz çöküşünde,
Dorian’ın boş gecelerinde,
Victor’un titreyen ellerinde kendimizden bir şey buluruz.
Çünkü Penny Dreadful’ın söylediği şey aslında çok basittir:
“Karanlık herkesin içindedir.
Fark edenler buna hikâye der,
fark etmeyenler hayat.”
Ve bu yüzden, diziyi izleyen herkes biraz değişir.
Korkudan değil.
İnsanın içindeki o yavaş, ağır, isli acıya dokunduğu için.
Penny Dreadful bir dizi değildir.
Penny Dreadful bir yankıdır.
Ve karanlığın içinden gelen her yankı gibi
insanın üzerinde uzun süre kalır.
Kapatırsın ekranı.
Ama karanlık kapanmaz.


Yorum (0)