Stanley Kubrick’in 1968 yapımı başyapıtı 2001: A Space Odyssey, bilim kurgu sinemasının zirvelerinden biri olarak kabul ediliyor. Arthur C. Clarke’ın kaleminden çıkan bu destansı hikaye, sadece türünün değil, sinemanın genel estetiğinin de mihenk taşlarından biri haline geldi. Görkemli atmosferi, yenilikçi prodüksiyon tasarımı ve unutulmaz müziğiyle yıllara meydan okuyan film, günümüzdeki pek çok yönetmene ilham kaynağı oldu. Ancak kabul edelim, film sanatı için ne kadar önemli olursa olsun, 2001‘in o kendine has temposu, bazı izleyicilerde “hiçbir şey olmuyor” hissiyatına neden olabiliyor.
Filmin yavaş ilerleyen anlatımı, pek çok kişi için bir sabır testi niteliğinde. Fakat bu tempoyu “sıkıcı” olarak nitelendirmek, filmin asıl amacını gözden kaçırmak anlamına geliyor. Merhum sinema eleştirmeni Roger Ebert, 1968’de filmin bu “yavaşlığını” bir kusur olarak değil, adeta gizli bir silah olarak görmüştü. Ebert’e göre Kubrick’in dehası, tam da “ne kadar az” gösterdiğinde yatıyordu. Hollywood’un klişe anlatım kalıplarından sıyrılan Kubrick, aslında potansiyel olarak iddialı ama boş bir filme imza atabileceği yerde, sinema tarihine damgasını vuracak bir esere imza atmıştı.
Kubrick Fizikteki Yüceliği Buldu
2001: A Space Odyssey‘nin sanatsal ve psikolojik derinliği, izleme deneyimini adeta transandantal bir yolculuğa dönüştürüyor. Filmin bu denli etkileyici olmasının sırrını çözmek için, sert bilim kurgunun temelini oluşturan fiziksel gerçekliklere odaklanmak gerekiyor. Filmin temposu, sadece yönetmenin sanatsal bir tercihi değil; aynı zamanda fizik yasalarına sıkı sıkıya bağlılığının bir sonucu. Günümüz filmlerinde, Dünya’dan Ay’a bir yolculuk genellikle birkaç hızlı kesmeyle geçiştirilir. Ancak Kubrick, zamanı adeta fiziksel bir boyut olarak ele alıyor; izleyiciyi bu yolculuğun içine çekiyor, o mesafeyi hissettiriyor. Özellikle Orion III uzay mekiğinin dönen Uzay İstasyonu V’ye kenetlendiği o meşhur sahneyi düşünelim. Başka bir bilim kurgu filminde burası, nefes kesen bir aksiyon sekansına dönüşebilirdi.
Mesela Christopher Nolan’ın Interstellar‘ını hatırlayalım. O filmde kenetlenme sahnesi, izleyiciyi koltuğuna çivileyen, kalp atışlarını hızlandıran bir gerilim anına dönüştürülmüştü. Nolan, “Uzay tehlikeli, gürültülü ve zorlu” mesajını veriyordu ve bu tamamen yanlış sayılmazdı. Ancak Nolan’ın hikayesi, karakterlerin yaşadığı endişeyi ve kurtarma görevinin aciliyetini yansıtmak için bu tür bir adrenalin patlamasına ihtiyaç duyuyordu. Kubrick ise tam tersini yapıyor. Kenetlenme sahnesini, Ebert’in deyişiyle bir “baleye” dönüştürüyor. Sahnenin tamamını, nefes kesen bir güzellikte, gerçek zamanlı olarak izleyiciye sunuyor. Diyalog yok, acil bir durum yok. Sadece karanlık boşlukta süzülen iki devasa cismin zarif birleşimi var.
Roger Ebert’in de belirttiği gibi, pek çok yönetmen bu sahneyi kalp atışlarımızı manipüle etmek için keskin kurgu ve heyecan verici müziklerle doldururdu. Ancak Kubrick, bilimin gerçeğini anlamıştı: Böylesine devasa bir uzay istasyonunu bir yarış arabası gibi “drift” yapamazsınız. İçerdiği momentum, en ufak bir ani hareketin felaketle sonuçlanmasına yol açabilir. Fizik sabır gerektiriyorsa, film de sabır gerektiriyor. Bu gerçekçilik anlayışı, filmde kullanılan müzikle de perçinleniyor.
Duygusal bir film müziğini reddeden Kubrick, sahneyi yapay veya varsayılan duygulardan arındırıyor. Kendi bestelediği ve izleyiciyi maceraya sürüklemesi amaçlanan Alex North’un müziğini bir kenara atıp, yerine Johann Strauss’un “An der schönen blauen Donau” valsini kullanıyor. Bu sıradan bir seçim değildi, zira vals, 19. yüzyıl yüksek sosyetesinin nazik, düzenli müziğiydi. Kubrick, bu müziği uzayın soğuk boşluğuyla birleştirerek, uzayın tehlikesini değil, tam tersine onun sıradanlaşmasını vurguluyordu. Müzik, dönen istasyonu gökyüzündeki büyük bir otele dönüştürüyor, karakterler için uzay yolculuğunun sıradan bir gidip gelme haline geldiğini adeta fısıldıyordu. Tıpkı Nolan’ın Interstellar‘ında karakterlerin duygularını yoğun uzay sahneleriyle aktarması gibi, Kubrick de uzay yolculuğunun sıradanlaştığı, bir zamanlar uzak bir gelecek olarak hayal edilen bir dünyada yaşayan astronotların yalnızlığını ve monotonluğunu aktarıyordu.

Kubrick, 2001: A Space Odyssey’de Uzayı Gerçekçi Kıldı
Sert bilim kurgu, sadece roket denklemlerini doğru yapmakla kalmaz; aynı zamanda uzayın insan için nasıl bir his olduğunu en yakın şekilde sunmayı hedefler. Kubrick, uzay yolculuğunun gerçekliğinin duyusal yoksunluk ve yoğun izolasyonla tanımlandığını anlamıştı. Sessizliği sadece bir ses efekti olarak değil, psikolojik bir gerçeklik olarak kullanmıştı. Uluslararası Uzay İstasyonu’ndaki uzun süreli görevler üzerine yapılan gerçek NASA araştırmaları, astronotlar için birincil stres faktörlerinin uzaylılar veya dünya dışı varlıklar değil, monotonluk, izolasyon ve uzayın o dipsiz sessizliği olduğunu doğruluyor. Kubrick, normal bir filmin oda sesini ortadan kaldırarak bunu başarıyor. Uzay yürüyüşü (EVA) sahnelerinde, ses ortamı tamamen astronotun kendi nefes alışverişiyle domine ediliyor.
Emekli astronot Chris Hadfield, bu durumu bugüne kadar çekilmiş en gerçekçi uzay yürüyüşü tasviri olarak nitelendiriyor. Çünkü bu sahne, uzay giysisinin klostrofobik samimiyetini yakalıyor. Hadfield bir röportajında, bir astronotun aslında kendi biyolojisiyle baş başa kaldığını anlatmıştı. “Uzay yürüyüşleri yaptığımda, dünyayı o şekilde görmenin ilk heyecanı geçtikten sonra, yazdığım ve izlediğim tasvirlerle karşılaştırdığımı ve ‘Vay canına, 2001’de doğru tahmin etmişler’ diye düşündüğümü hatırlıyorum.”
Dramatik bir müzik skorunu kullanmayı reddederek, Kubrick izleyiciyi bir film müziğinin rahatlığından mahrum bırakıyor. Biz de mürettebat gibi rahatsız edici sessizliğe oturmak zorunda kalıyoruz. Bu klinik ortam, insan karakterlerin neden bu kadar “sıkıcı” göründüğünü, HAL 9000’in ise neden bu kadar canlı hissettirdiğini açıklıyor. Rutin ve sessizlikle tanımlanan bir dünyada, insanlar hayatta kalabilmek için “kopuk otomatlar” haline gelmek zorunda kalırlar ve burada panik, ölümcül bir darbe olur. Keir Dullea’nın robotik oyunculuğu bir kusur değil; bir hayatta kalma adaptasyonudur. Bu arada, makine HAL, korku ve endişeyi ifade eden tek karakter olduğu için en korkutucu karakter haline geliyor.
2001’in Güzelliği Mutlak Minimalizminde Yatıyor
2001‘in sert bilim kurgu olarak ulaştığı nihai sinematik zafer, görsel ve anlatısal minimalizminde yatıyor. Genellikle kaotik teknolojilerle, distopik fütüristik dünyalarla veya karmaşık görünmeleri için rastgele borular ve kablolarla dolu uzay gemileriyle dolu bir türde, Kubrick geleceği şık, ıssız ve ürkütücü derecede basit bir şekilde sunmaya cüret etti. Filmin merkezinde yer alan, aynı zamanda antagonist, protagonist ve ilahi figür olan Monolit’i ele alalım. O, sadece 1:4:9 boyutlarında, mat siyah dikdörtgen bir prizmadan ibaret. Monolitlerle Kubrick’in ne anlatmak istediği sıkça tartışılır; Tanrı’yı mı temsil ediyordu, yıkımı mı, yoksa sadece evrimsel gelişim noktalarının işaretleri miydi?
Ne anlama gelirse gelsin, Monolitler gerçekten de ruhani ve kozmik bir şeylerdi. Kubrick, onları “güçlü” göstermek için parlayan rünlerle veya titreşen enerji damarlarıyla kaplı gösterebilirdi. Ancak kusursuz, özellikten yoksun geometrik bir şeklin insan zihni için hiçbir tutamak noktası sunmadığı için sonsuz derecede yabancı olduğunu fark etti. Saf bir “negatif alan”dır. Uzaylılar fikrini tek bir bloğa indirgeyerek, film saf bir dehşet nesnesi yaratıyor. İzleyiciyi kendi korkularını ona yansıtmaya zorluyor, bu da onu herhangi bir CGI canavardan çok daha korkutucu hale getiriyor.
Bu indirgemeci felsefe, anlatısal yapıya da uzanıyor. Film, 88 dakika boyunca diyalogsuz ilerliyor. İlk 25 dakika ve son 23 dakika tamamen sessiz veya müzikli. Bu, anlatısal minimalizmin en uç noktasıdır. Yıldız Kapısı’nı açıklayan bir bilim insanı yok; aynı şekilde, Yıldız Çocuğu’nu açıklayan bir anlatıcı da yok. Bu seçim, Kubrick’in sözsüz anlatım geleneğine derinlemesine dayanıyor. Ünlü bir sözünde şöyle demişti: “Sözlü basmakalıplığı aşan ve duygusal ve felsefi içerikle doğrudan bilinçaltına nüfuz eden görsel bir deneyim yaratmaya çalıştım.”
Neoklasik otel odasındaki son sahneye bakalım. Az mobilyalı, stark ve parlak beyaz bir oda. İnsan mimarisi hakkında sadece yüzeysel bir fikre sahip uzaylılar tarafından inşa edilmiş bir hayvanat bahçesi kafesi gibi hissettiriyor. O sahnenin dehşeti, boşluğundan ve negatif alanın yarattığı ürküntüden kaynaklanıyor. Ekranı açıklamalarla doldurmayı reddederek, Kubrick izleyiciyi doğrudan görsellerle etkileşime girmeye zorluyor. 2001: A Space Odyssey, geleceğin teknolojilerini tahmin ettiği için değil, rahat sinema ve anlatım alışkanlıklarımıza meydan okuduğu için kalıcı oluyor. Arthur C. Clarke’ın hikayesi ve Kubrick’in vizyonu, net bir açıklama sunmadan izleyiciyi cesaretlendirdi, bu yüzden bilinmeyen bir geleceğin beklenen dehşetleri zihinlerde uzun süre yankılanıyor. Sessizliği gürültüyle doldurmayı reddederek, film modern sinemanın nadiren denediği ürkütücü bir dürüstlük elde ediyor.


Yorum (0)