Attack on Titan izleyicilerin devlerle özdeşleştirdiği bir anime olsa da hikâyeye biraz yakından bakıldığında, devlerden çok daha önce başlayan bir sorunu görmek mümkün: önyargı, propaganda ve kalıpyargı… Serideki büyük savaşların, sürgünlerin ve kitlesel düşmanlığın temelinde bu üçlü mekanizma sürekli çalışır durumda. Serinin yaratıcısı Hajime Isayama, Titan fikrinin doğuşunu, çalıştığı bir kafede “aynı türden olmalarına rağmen hiçbir şekilde iletişim kuramadığı, davranışlarını öngöremediği sarhoş bir müşteriyi izlerken” yaşadığı tuhaflık duygusuna bağlamıştı. Biz de bu yazıda aynı türden olmalarına rağmen iletişim kurmayı başaramayan iki toplumun bize yaşattığı tanıdık tuhaflık duygusunun kaynağını inceliyor olacağız.
İletişim çalışmaları ve kültürel temsil üzerine yapılan araştırmaların seriyi anlamlandırmada beklenmedik şekilde tamamlayıcı olduğunu fark ettiğimden yazının omurgasını, Gordon Allport’un önyargı ve temas eksikliği ilişkilendirmesi , Stuart Hall’un temsil kuramı oluşturacak. Bu kuramlar elbette seriyi “açıklama” iddiasında değil; ama pek çok sahneye karşı neden bu kadar tanıdık hissettiğimizi anlamamıza yardımcı olacakları kesin.
Yazıda, Paradis ve Marley’in çatışmasını, Gabi’nin ideolojik kırılmasını, Reiner’ın içsel çöküşünü, Zeke ve Eren’in birbirine zıt çözüm arayışlarını ve Armin’in ısrarla iletişimden vazgeçmeyen tavrını önyargı, propaganda, kalıpyargı üçgeni üzerinden ele alacağım.
Amacım okura hem seriyi hatırlatan, hem de arka planda işleyen toplumsal mekanizmaları görünür kılmaya çalışan bir bakış açısı sunabilmek.

Paradis ve Marley: Kopuk Anlam Dünyaları
Attack on Titan’da Paradis ve Marley arasındaki çatışma, dışarıdan bakınca tarihsel bir düşmanlık gibi görünse de hikâyeyi biraz deştiğimizde bu düşmanlığın kaynağını boşlukların oluşturduğunu fark ediyoruz. Bu iki toplum birbirini neredeyse hiç tanımıyor; temasları yok, bilgi akışı yok, yaşanmış bir deneyimleri yok. Bu nedenle aralarında dolaşan nefret, gerçek karşılaşmalardan çok devletlerin anlattığı hikâyelerle şekilleniyor.
Burada iletişimsizlik tek sorun değil; boşluğu besleyen asıl sorun, bu iletişimsizliğin propaganda tarafından doldurulması. Marley, Eldianları “şeytanların torunları” gibi keskin etiketlerle tarif ettikçe, bu söylem nesiller boyunca tekrar edilen bir gerçekliğe dönüşüyor. Paradis ise dış dünyadan kopuk yaşadığı için yalnızca kendisine anlatılan parçalardan bir kimlik kuruyor. Her iki tarafta da görünen şey aynı: gerçek bir temasın yokluğu mevcut kalıpyargıların sabitlenmesine alan tanıyor.
Bu durum Allport’un önyargı üzerine geliştirdiği görüşleriyle birebir uyuşuyor. Allport, temas eksikliği olduğunda zihnin boşlukları kalıpyargıyla doldurmaya eğilimli olduğunu söyler. Paradis ve Marley’in birbirine dair hikâyeleri tam da böyle çalışıyor; birbirlerini bilmeyişleri korkuyu tetikliyor, korku da kolayca nefretin dili hâline geliyor.
Buna Stuart Hall’ün temsil kuramını da eklediğimizde tablo daha da net görünür: Hall’a göre toplumlar dünyayı olduğu gibi değil, kendi “anlamlandırma sistemleri” üzerinden görürler. Marley’in Eldianları tanımlama biçimi de bir temsildir: Eldianlar gerçekte kim olduklarıyla değil, devletin onlar hakkında ürettiği anlam aracılığıyla varlıklarını tanımlarlar, öyle ki kendi soylarını şeytan olarak öğrenip kabul ettikleri için bu günahtan arınmaları gerektiğine inanırlar ve Marley’de yaşayan Eldianlar ırkları gerekçe gösterilerek uygulanan her türlü zulme boyun eğerler. Eğitim, törenler ve medya bu anlamı tekrar ettikçe propaganda bir söylemin ötesine geçer ve ortak bir gerçeklik hâline gelir.

Gabi Braun: Temasın Parçaladığı Kalıpyargılar
Gabi, Attack on Titan’daki en çarpıcı karakter dönüşümlerinden birine sahip ve bunun nedeni yaşadığı –ve yaşattığı- olaylar değil: onun hikâyesi, propaganda ve kalıpyargıların bir insanın zihnine nasıl yerleştiğini ve gerçek temasla nasıl çözüldüğünü gösteren güçlü bir örnek.
Marley’de büyüyen Gabi, Eldian olmanın bile başlı başına bir suç olduğuna inanarak yetişiyor. Eldianların “şeytanların torunları” olduğu ona yalnızca söylenmiyor; eğitimden askerî törenlere, ödüllendirme sistemine kadar her şey bu inancı destekleyecek şekilde örgütleniyor dolayısıyla Gabi’nin öfkesi aslında kişisel değil; o sadece devlet propagandasını içselleştirilmiş bir çocuk. Üstelik kendi kimliğini de bu söylemin dışında tanımlayabilme becerisinden yoksun.
Allport, The Nature of Prejudice kitabında önyargının çoğu zaman kişisel bir nefretle değil, “gerçek bireylerle karşılaşmadan önce zihinde hazır bekleyen basitleştirilmiş kategorilerle” kurulduğunu söyler. Ona göre kalıpyargı, bireyin karşısındaki kişiyi olduğu gibi görmesini engelleyen bir “kestirme yol”dur; hızlıdır, pratiktir ama gerçeği çarpıtır. İşte Gabi’nin yaşadığı kırılma tam da bu çarpıtmaya ayna tutar.
Gabi’nin zihninde Paradis’lilerin kim olduğuna dair Marley propagandalarının dışında hiçbir alternatif bilgi yok; çünkü kendisi de bir Eldian olmasına rağmen onlarla hiç temas etmemiş. Karşısındaki insanların gerçekliğini değil, zihninde yıllardır biriken o hazır kategorileri taşır “şeytan”, “tehlike”, “yıkımın kaynağı. Kaya’yla yüzleşmesiyle birlikte bu zihinsel kestirme yol çöker; Allport’un dediği gibi: gerçek birey, kategorinin yerini alır. Kalıpyargı kavramı Attack on Titan’da da gördüğümüz gibi basit bir önyargıdan daha fazlasıdır, kimliklerin üzerine inşa edildiği bir temeldir.
Gabi’nin yaşadığı kırılma yalnızca sofra anıyla sınırlı değildir; Sasha’nın savaş sırasında kurtardığı kız çocuğu Kaya ile kurduğu ilişki bunu daha da görünür kılar. Kaya, Gabi’ye “Sasha beni kurtardı, ama sen onu öldürdün, neden?” diye sorduğunda Gabi’nin bütün ezberleri altüst olur. Kaya’nın gözlerinde propaganda tarafından çizilmiş o şeytanlaşmış imge değil, yalnızca acı ve şaşkınlık vardır. Bu basit ama dürüst yüzleşme, Gabi’nin inandığı tüm anlatıyı çözünmeye uğratan ilk büyük çatlağı yaratır.
Bu çatlak, Kaya’nın tehlikeye düştüğü sahnede tamamen açılır. Marleyli askerler Paradis köyüne saldırdığında, Gabi refleksle Kaya’yı korumaya koşar. Kendi hayatını riske atarak onu savunması, artık Kaya’yı “öteki” olarak görmediğinin, onu bir insan olarak benimsediğinin en somut göstergesidir. Gabi’nin o anda düşündüğü şey ideoloji, görev ya da ulusal anlatı değildir; yalnızca arkadaşını hayatta tutma içgüdüsüdür. Bu sahne, propaganda ile kurulmuş tüm kimlik duvarlarının çöktüğü, Gabi’nin gerçek dünyayla temas ettiği an olur..

Eren, Reiner ve Zeke: Propagandanın Üç Ayrı Yolu
Eren, Reiner ve Zeke’in hikâyeleri aynı tarihsel anlatıdan beslenen kimliklerin nasıl farklı şekillerde içselleştirilebileceğinin üç örneğini oluşturuyorlar. Hepsi aynı düşman imgeleriyle, aynı korku mirasıyla ve aynı baskıcı söylemlerle büyüyor; fakat bu anlatı zihinlerinde aynı biçimde yer etmiyor. Şimdiye kadar sözünü ettiğimiz güç mekanizmalarının -toplumsal korku, ideolojik yük, devletin dayattığı tarih okuması- bir insanın benliğini nasıl biçimlendirdiğini bu üç karakter bambaşka sonuçlar üzerinden gösteriyor.
Reiner’ın yaşadığı kırılma bunun en açık örneklerinden biri. Çocukluğundan beri “şeytan Eldianlar” söylemiyle yetişmiş bir Eldian olarak Paradis’e saldırmak onun için yalnızca askerî bir görev değil, ahlaki olarak da doğruluk hissini tesis edebildiği yegane pratik. Fakat Paradis’te geçirdiği yıllar boyunca, içselleştirdiği temsil, tanık olduğu gerçeklikle çarpışıyor ve bu çarpışma onu suçlulukla parçalanan bir kimlik krizine sürüklüyor. Reiner, Attack On Titan evreninde propaganda tarafından şekillendirilen kalıpyargının bir insanın benliğini nasıl içeriden çökerttiğini temsil ediyor.
Eren’in süreci ise bunun neredeyse tersine işliyor. Eren’in temsil kırılmasından sonra yaşadığı dönüşümü, klasik anlamda “gerçeği öğrenip aydınlanmak” değil, aksine yeni bir anlam üretme çabasının giderek keskinleştiği bir süreç olarak okunmamız mümkün. Eren, Paradis’in gizlenmiş tarihini öğrendikçe, içine doğduğu propagandanın çöktüğünü fark eder fakat bu boşluğu yalnızca özgürlük arzusuyla değil, kendi ideolojik anlatısını kurarak doldurur. Bu yüzden Eren’in yaklaşımı, Marley’in yıllarca sürdürdüğü baskın anlatının ters yüz edilmesi değil, onun karşısına yeni bir mutlakiyet rejimi koymaktır. Propaganda mantığı değişmez: “Bir gerçeklik inşa edilmelidir.” Sadece bu kez gerçekliği inşa eden taraf Eren’dir. Bu anlamda Eren, propaganda tarafından ezilen bir özne olmaktan çıkar ve propagandaya karşı kendi anlatısını üreten ve bunu kitlesel bir harekete dönüştüren bir figüre dönüşür.
Zeke ise aynı koşullarda büyümesine rağmen çok farklı bir içselleştirme biçimi geliştiriyor. Gabi ve Reiner devlet tarafından üretilen düşman imgeleriyle şekillenirken, Zeke’nin zihnine bu anlatının yanına babasının “Eldian sorumluluğu” fikri ekleniyor. Bu nedenle Zeke’nin düşüncesi klasik düşmanlık üzerinden değil, acıdan arındırma adı altında yürüttüğü biyopolitik bir mantık üzerinden gelişiyor. Eldian kimliğini bireysel bir sorun değil, tarihsel acının sürekliliğini sağlayan bir zincir olarak görüyor ve çözümü de bu zinciri gelecekte kesmekte buluyor. Kısırlaştırma önerisi tam da bu yüzden Eren’in fiziksel imha stratejisinden farklı: Zeke, varoluşu “yavaşça sonlandıran”, biyolojik devamlılığı durduran bir yaklaşımı savunuyor. Bu mantık, Nazi propaganda söylemlerinde Goebbels’in sıkça tekrar ettiği “sorunun kaynağını ortadan kaldırma” fikriyle benzer bir çizgi taşır; fakat Zeke’nin yöntemi doğrudan şiddet değil, örtük bir silme fikridir.
Birlikte düşünüldüğünde bu üç karakter, ortak bir tarih anlatısının bireylerde nasıl tamamen farklı biçimlerde içselleştirilebildiğini görünür kılıyor. Aynı travma mirası ve aynı düşman tasavvuru, Reiner’da çözülemeyen bir yük olarak kalırken, Eren’de keskinleşen bir karşı çıkışa, Zeke’de ise varoluşu “acıdan arındırma” adı altında yavaşça sonlandırmaya dayanan biyopolitik bir akla dönüşüyor.

Armin Arlert: Anlamı Yeniden Kurmaya Çalışan Tek Ses
Attack on Titan boyunca çarpıtılmış tarih anlatıları iki tarafın da düşünce yapısını belirlerken, bu mekanizmanın dışına çıkabilen çok az karakter vardır. Armin bu karakterlerin başında geliyor. Onu özel kılan şey yalnızca stratejik zekâsı değil; anlamı, nefretin işlediği kodlardan farklı bir yerden kurmaya yönelik ısrarı.
Armin’in diyaloglarında fark edilen ana unsur, karşı tarafı “ikna etme” gayretinin ötesinde, ortak bir gerçeklik zemini bulmaya yönelik ısrarıdır. Bunun, propaganda tarafından şekillendirilen Attack On Titan dünyası için oldukça sıra dışı bir tavır olduğunu söylemeliyiz çünkü seride kastettiğimiz temsil —Hall’ün tarif ettiği hâliyle— devlete, tarihe, korkuya ve kimliğe kodlanmış durumda. Herkes aynı kelimeleri kullanıyor ama çoğu zaman kimse aynı şeyden söz etmiyor. Armin ise bu kodların arasındaki boşluğu fark eden ve diyaloglarında anlaşma temelli bir iletişim gayreti gösteren tek karakter gibi.
Marleyli askerlerle yaptığı konuşmalarda bunu net bir şekilde görebiliyoruz: “Biz size ne kadar çok zarar verdiysek, siz de bize o kadar korku verdiniz” dediğinde aslında bir denklemi işaret ediyor. Bu denklemde nefret tek yönlü değil ve herkes aynı çemberin farklı noktalarında duruyor. Bu tür cümleler, savaşın içinde bile temsil ve kalıpyargıların dışına çıkmanın mümkün olduğunu hatırlatıyor.
Armin’in varlığı serinin anlatısında bir karşı ağırlık gibi işliyor. Reiner, Eren ve Zeke propaganda mekanizmasının farklı sonuçlarını temsil ederken, Armin bu mekanizmanın kırıldığı anların sembolü. Onun yaklaşımı, “karşı tarafı düşman olmaktan çıkarma” gibi bir saflık taşımaktan ziyade düşmanın ve düşmanlığın nasıl üretildiğini fark eden bir bilinç barındırıyor. Bu farkındalık, anlamın yeniden kurulabileceğine işaret ederken iletişim öncelenmesine sıklıkla vurgu yapıyor.
Propagandanın sabitlediği düşünceleri yıkmak kolay olmasa da Armin’in varlığı, bu sabitliği kırabilecek bir “şeyin” hala mümkün olduğunu ima ediyor: birbirini yok etmeye odaklanmış iki dünya arasında, nefreti temel almayan bir anlam aralığı açmak.

Bu Beş Karakter Neyi Açığa Çıkarıyor?
Attack on Titan’ı Gabi, Reiner, Eren, Zeke ve Armin üzerinden okuduğumuzda, serinin “devler”le hiç ilgisi olmadığını, yapımın bize insan dünyasına ait bir hikâye anlattığını görüyoruz. Aynı mekanizmada konumlanan bu beş karakterin her biri farklı anlamlandırıyor:
- Gabi, insanın hiç temas etmediği “öteki”ler hakkında nasıl kolayca nefret üretebildiğini ve bir sofranın, bir bakışın, bir sessizliğin bile mevcut kalıpyargılarımızı çatlatabildiğini gösteriyor.
- Reiner, propagandanın bir insanın benliğini içten içe nasıl yıkıma uğrattığını; suçluluğun ideolojik bir yük olarak taşınmasının kişide bıraktığı tahribatı temsil ediyor.
- Eren, temsil kırıldığında ortaya çıkan boşluğun her zaman barışla dolmadığını, kimi zaman daha sert bir anlam arayışıyla, yeni bir yıkım isteğiyle de dolabildiğini hatırlatıyor.
- Zeke, acıyı ortadan kaldırma fikrinin yanlış bir yerden ele alındığında, bir halkın geleceğini silmeyi bile makul gösterebilen kırılgan bir mantığa dönüşebileceğini gösteriyor.
- Armin, ise bu tablonun içinde, tüm bu kalıpyargı ve propaganda yüküne rağmen hâlâ ortak bir anlam zemini aramanın mümkün olduğunu temsil ediyor.
Bu anlatının sadece bir anime evrenini değil, tarihin karanlık dönemlerini de hatırlatıyor olması şaşırtıcı değil; çünkü yapımda üniformalardan tören estetiğine, bayrak simgelerinden ritmik yürüyüşlere kadar pek çok unsur Nazi Almanyası’nın görsel dilinden açıkça esinlenmiş durumda. Nazi propagandasında olduğu gibi, tek bir düşman figürü yaratıp tüm toplumu o imgenin etrafında hizalamak, karmaşık gerçeklikleri basit sloganlara indirgemek ve “öteki”ni insanlığın dışına itmek… Bunlar Attack On Titan’a özgü değil; insanlık tarihinin tekrar eden pratikleri…Estetik benzerlik, anlatının taşıdığı tarihsel yankıyı daha da görünür kılıyor. Özellikle Marley’de yaşayan Eldianların kollarına taktıkları tanımlayıcı armalar, belirli mahallelere hapsedilmeleri, şehirde özgürce dolaşamamaları ve sürekli devlet gözetimi altında yaşamaları; Nazi döneminde Yahudilere uygulanan sarı yıldız zorunluluğunu, getto yaşantısını ve hareket kısıtlamalarını doğrudan hatırlatıyor. Aynı şekilde “tehlikeli ırk”, “biyolojik tehdit” ve “doğuştan suçlu” gibi kavramların tekrar edilmesi de Hitler döneminin ırksallaştırılmış söylemlerinin anime evrenindeki bir yansıması gibi duruyor. Bu tarihsel benzerlikler, AOT’ın kurgu dünyasını daha inandırıcı kılmakla kalmıyor; propagandanın ve kalıpyargıların hangi koşullarda hangi sonuçlara yol açtığını hatırlatıyor ve izleyiciyi kendi karanlık tarihiyle yüzleştiriyor.
Sonuç olarak Attack on Titan, devleri kullanarak insana dair bir anlatı sunuyor: iletişim koptuğunda, anlam propaganda tarafından doldurulduğunda ve kalıpyargılar sorgulanmadığında, savaşlar -Muazzam Titan’ın surlardan geçtiği gün Eren’in zannettiği gibi-“bir gün patlak veren felaketler” olmuyor; yavaş yavaş, adım adım, normal görülen ve üzerine uzlaşıya varılmış bir sonuç hâline geliyor.
Bu beş karakter, sürecin farklı duraklarını göstererek bize şunu hatırlatıyor: böylesi bir dünyayla aramızdaki mesafe anlam dünyamızı neyin belirlediği üzerine sorgulamayı ihmal ettiğimiz takdirde düşündüğümüz kadar uzak olmayabilir.


Yorum (0)