Paul Thomas Anderson’dan Yeni Başyapıt: One Battle After Another İncelemesi

Paul Thomas Anderson’dan Yeni Başyapıt: One Battle After Another İncelemesi

Özgür Seyan tarafından ·
Ekim 8, 2025

Paul Thomas Anderson ve Leonardo DiCaprio. Bu iki dev isim bir araya geldiğinde ortaya çıkan şey, sadece bir film değil, adeta sinema sanatı oluyor. One Battle After Another tam da bu: Günümüz sinemasının giderek artan sığlığına, IP bağımlılığına karşı atılmış cesur bir hamle.

Anderson’ın Magnolia, There Will Be Blood ve The Master gibi başyapıtlarını hatırlayan bizler için bu film, yönetmenin kaybolduğu sanılan o büyük hikaye anlatma yeteneğinin geri dönüşü oluyor. Licorice Pizza gibi çok da beğenemediğim filminin ardından gelen bu sessizlikten sonra, Anderson harika bir geri dönüş yapmış. Ve bu kez yanında taşıdığı isim, belki de jenerasyonunun en büyük oyuncusu: DiCaprio.

Devrim, Babalık ve Kaçış

Hikayenin kendisi ilk bakışta sade görünebilir: French 75 adlı devrimci grubun eski bir üyesi, yıllar sonra kızını korumak için kendini yeniden iktidarla yüzleşmek zorunda bulur. Ama Anderson’ın elinde bu basit kurgu, katman katman açılan politik, duygusal ve varoluşsal bir yolculuğa dönüşüyor. Yönetmen burada sadakat ve babalık gibi ağır temaları ele alırken, hiçbir zaman ders verme amacı güdülen bir ton yakalamıyor. Aksine, absürtleştirerek hatta kendi ciddiyet dozunu bile alaya alarak ilerliyor.

Film Amerika’nın tarihini bilmediğimiz bir döneminde azınlık olmak, baba olmak ve birey olarak ayakta kalmak nedir? sorusuna bakıyor. Ve bunu gösterirken de büyük kahramanlık hikayeleri anlatmıyor; aksine gücünü ve inancını yitirmiş bir adamın, geçmişiyle yüzleşme çabasını anlatıyor.

DiCaprio’nun Absürt Oyunculuğu

Leonardo DiCaprio, bomba yapımında uzman ama bu hayata hiç uygun olmayan bir devrimci olarak karşımızda. Sürekli paranoyak, tedirgin bir karakterle, hem güldürüyor hem de duygulandırıyor. Anderson’ın ona sunduğu bu karmaşık duygusal palette DiCaprio, kaygı, komedi ve korkunun arasında ustalıkla oynuyor. Her sahnesinde karakterin içindeki çelişkiyi, kaybolmuşluğu ve aynı zamanda babalık içgüdüsünü hissettiriyor. Bu rol, onun kariyerinin en katmanlı performanslarından biri olmaya aday.

Oscar’lık Sürpriz: Sean Penn

Filmin belki de en büyük sürprizlerinden biri Sean Penn’in canlandırdığı Lockjaw karakteri. Uzun zamandır sinemada bu kadar tehditkar, bu kadar içinize işleyen bir kötü adam görmemiştik. Penn burada öyle bir performans sergiliyor ki, karakteri sahnede olmasa bile “acaba şimdi ne yapıyor” diye düşünmeden edemiyorsunuz. Inglourious Basterds’taki Hans Landa’yı anımsatan o sinsi, hesaplı ve aynı anda kontrol dışı olan yapısı, yakın dönem sinemanın en ikonik karakterlerinden birini yaratıyor. Penn’in her bakışı, her duraklaması bir tehdit içeriyor ve bu da filmin tansiyonunu zirveye taşıyor.

Benicio Del Toro filmde nefes aldıran anlar yaratırken, Chase Infinity gibi bir yeni yetenek de keşfediyoruz. Görsel dünyanın ve ses tasarımının yarattığı coşku, 90’lar ve 2000’lerin başındaki o büyük Hollywood filmlerini hatırlatıyor – yönetmenlere özgürlük tanındığı, riskli ama sanatsal filmlerin yapılabildiği o dönemi.

Film neredeyse 3 sürmesine rağmen, bu süreyi hissetmiyorsunuz bile. Anderson’ın türlerarası manevraları, Johnny Greenwood’un o farklı ama büyüleyici besteleriyle birleşince, ortaya sinema denilen sanatın tüm duygularını kapsayan bir deneyim çıkıyor. Gülüyor, duygulanıyor, heyecanlanıyor, korkuyor ve umutlanıyorsunuz – bazen aynı sahnede.

Film politik açıdan keskin duruyor ama hiçbir zaman tek taraflı değil. Hem sağa hem sola ince dokununuşlar yapıyor, çağımızın kutuplaşmış tartışmalarını mizahi bir dille alaya alıyor. İnsanların aile sofrasında bile konuşmaktan çekindiği konuları, sanatsal bir cesaretle işliyor. Bu da filmin neden bu kadar tartışıldığını açıklıyor – çünkü ana akım sinemanın küçülmeye başladığı bir dönemde, bu denli büyük ve politik açıdan duracağı yeri iyi seçen bir film karşımızda.

Sonuç Olarak…

Muhtemelen ödül sezonunda birçok kategoride öne çıkacak olan film, ülkemizde Savaş Üstüne Savaş ismiyle bu yazının yazıldığı tarihte vizyonda. Filmin etrafında oluşan kontrollü olmayan heyecan dalgasına kapılmadan, beklentilerinizi makul seviyelerde tutarak izlemenizi tavsiye ediyorum. Çünkü filme yüklenen misyon bazen filmin kendisinden büyük hale gelebiliyor.

Belki Anderson’ın en mükemmel işi değil (o film bence There Will Be Blood) ama yine de sinema salonlarının değerini hatırlatan, bizi perdeler karşısına çağıran nadir filmlerden. Modern sinema için bir umut ışığı. Herkese iyi seyirler dilerim.

Özgür Seyan

Özgür Seyan

Sinema Aşığı

Yorum (0)