The Zone of Interest Film İncelemesi – Kötülüğün Banalliği!

The Zone of Interest Film İncelemesi – Kötülüğün Banalliği!

arwein tarafından ·
Eylül 5, 2025

The Zone of Interest 2023 yılında vizyona girişiyle izleyicilerin büyük beğenisini topladı. Alıştığımız Nazi Almanyası filmlerinin aksine vahşeti ve soykırımı tamamen farklı bir açıdan ele alan film sadece beğenilmekle kalmadı sinir uçlarımıza dokunmayı da başardı.

Jonathan Glazer’ın The Zone of Interest (İlgi Alanı, 2023) filmi, Auschwitz toplama kampı komutanı Rudolf Höss ve ailesinin gündelik yaşamını merkeze alarak, Nazi ideolojisinin sıradan hayat üzerindeki dehşet verici etkilerini sinematik olarak gözler önüne sermektedir

Bu film, soykırım filmlerinde alışılmışın dışına çıkarak kurbanların perspektifi yerine failin ev içi yaşamına odaklanmaktadır. Höss ailesi, Auschwitz’in hemen bitişiğindeki bahçeli evlerinde “hayatlarını mutlu biçimde sürdürmeye” çalışırken, birkaç adım ötelerinde tarif edilemez vahşetler gerçekleşmektedir.

Film, Nazi ideolojisinin gündelik rutinlerdeki görünmez etkisini ve “kötülüğün banalliğini” (Hannah Arendt’in ünlü kavramıyla) irdeleyen çarpıcı bir anlatı sunmaktadır. Aile yaşamının konforu ile duvarın ardındaki ölüm makinesi arasındaki yakınlık, filmi benzersiz bir etik ve estetik gerilim zeminine oturttu.

The Zone of Interest İncelemesi

The Zone of Interest konvansiyonel bir dramatik yapıdan ziyade gözlemci bir anlatı yaklaşımı sergiler. Film, belirgin bir doruk noktasına veya geleneksel çözüme yaslanmaksızın, Höss ailesinin rutin yaşam kesitlerini yan yana getirerek ilerler. Açılış sahnesi, Höss (Christian Friedel), eşi Hedwig (Sandra Hüller) ve beş çocuğunun bir göl kenarında piknik yapıp yüzdüğü pastoral bir tabloyla başlar. Gün batımına doğru bu çekirdek aile, Auschwitz kampının duvarlarının hemen yanındaki düzenli evlerine arabayla dönmektedir. Bu idil dolu aile yaşantısı, filmin en çarpıcı ironisini oluşturur: sıradan bir Alman orta sınıf ailesinin mutluluğu, insanlığın gördüğü en büyük vahşetlerden birinin gölgesinde yaşanmaktadır.

Rudolf Höss karakteri filmde, tarihi gerçeklere uygun biçimde, Auschwitz komutanı olarak resmedilir ancak abartılı bir canilikle değil, soğukkanlı bir bürokrat doğallığında sunulur. Nitekim gerçek hayatta da Höss, yargılaması sırasında kendini “tamamen normal, aile hayatı yaşayan” bir insan olarak tanımlamış; “yok etme işiyle uğraşırken bile normal bir aile yaşamı sürdürdüm” sözleriyle korkunç eylemlerini sıradan bir iş gibi göstermiştir. Glazer’in filminde de Höss, fanatik nutuklar atan bir Nazi figürü olarak değil, görevini itirazsız yerine getiren kariyerist bir memur olarak çizilir. Onun derin askerî hırsı ve aşırı mükemmeliyetçiliği, ideolojik sadakatini açıkça göstermese bile, onu “doğal bir Nazi” haline getirmiştir.  Hiçbir sahnede Höss’ün vicdani bir ikilem yaşadığı görülmez; aksine, yeteneklerini kitlesel vahşete alet etmekte bir tereddüt göstermez. Film boyunca Höss, üstlerinden gelen her emri harfiyen uygulayan, verimlilik takıntısıyla hareket eden, soykırımı adeta bir yönetimsel görev olarak icra eden bir portre çizer. Örneğin, bir sahnede teknik bir toplantıda Höss ve diğer SS görevlileri, krematoryumların kapasitesini artırma planlarını soğukkanlılıkla değerlendirirler. Masada yayılan plan kâğıtları üzerinde, yeni fırınların ne kadar verimli insan öldürebileceği tartışılır; bu günlük iş toplantısı atmosferi, filmin en sarsıcı biçimde ortaya koyduğu ahlaki dehşet sahnelerinden biridir. Nazi bürokrasisinin diline özgü bu soğuk planlamalar, Arendt’in deyişiyle tam anlamıyla bir “yönetimsel katliam”pratiğidir. Katliam, bireysel nefretin değil, kurumsal verimlilik arayışının bir sonucu olarak sıradanlaştırılmaktadır.

Hedwig Höss karakteri ise ideolojik körlüğün ve ahlaki kayıtsızlığın bedenlenmiş halidir. Film, Hedwig’i kocasına sadık, evine ve bahçesine düşkün bir Nazi eş olarak gösterir. Onu açıkça nefret dolu bir fanatikolarak resmetmese de gündelik tutumları dehşet verici bir duyarsızlığı ortaya koyar. Hedwig’in en tüyler ürpertici sahnelerinden biri, Auschwitz’te öldürülecek mahkûmlardan toplatılan elbiselere rastladığı andır. Kamptan getirilen devasa giysi yığınları arasında gezinirken, gözüne kestirdiği bir kürkü alıp aynanın karşısına geçer, o kürkü üzerinde keyifle dener. Bu an, filmin anlatılmayan gerçeğini açık eder: Hedwig, birkaç metre ötede katledilen insanların eşyalarını kendi gündelik lüksüne katan, vicdan yoksunu bir figürdür. Eleştirmen Anthony Lane bu görüntüyü filmin “en tiksindirici imgesi” diye nitelemiş, Hüller’in canlandırdığı Hedwig’in acımasızlığını bu basit eylemde gördüğümüzü vurgulamıştır. Hedwig’in dünyasında, komşu duvarın ardındaki katliam, ancak kendi konforunu aksattığında fark edilen bir “rahatsızlık”tır. Nitekim filmde Höss ailesinin günlük yaşantısı, sık sık ufak “rahatsızlıklar” ile bölünür: Bahçelerinde çiçek yetiştiren Hedwig ve çocuklar için Auschwitz’ten yükselen duman, yanık kokusu veya zaman zaman duyulan çığlıklar sadece can sıkıcı ayrıntılardır. Bir sahnede aile, civardaki bir nehirde yüzüp piknik yaparken çocuklar su içinde oynamaktadır; ancak Höss aniden çocuklarını sudan çıkarmak zorunda kalır, çünkü nehir akıntısıyla insan kalıntıları aşağıya sürüklenmiştir. Bu an, dehşetin aile hayatına beklenmedik bir “yansıma” ile sızdığı anlardan biridir. Yine de Höss ve Hedwig, bu tür olayları hemen atlatıp gündelik rutinlerine geri dönerler. Hatta filmin temel çatışması bile yüksek perdeli bir dramdan uzaktır: Höss’ün görev icabı Auschwitz’ten başka bir yere tayini çıktığında, Hedwig öfkelenir ve evini-bahçesini bırakmak istemez. Aile, Auschwitz’te kurdukları “rüya gibi hayatı” bırakıp taşınmak zorunda kalacakları düşüncesiyle huzursuz olur – zira Hedwig, kamptaki görev sayesinde edindikleri bu mükemmel ev ve bahçe düzenine tutkuyla bağlıdır.

Bu basit olay örgüsü, filmin ironik anlatı çatısını oluşturur: Nazilerin sıradan aile dertleri ve mutlulukları, tarihin en uç kötülüğüne komşu olarak sürdürülmektedir. Glazer, bu yakın komşuluğun ironisini vurgulayarak, “sıradan hayatların, ölüm fırtınasına ne kadar bitişik yaşadığını” bize ısrarla göstermeyi amaçlar. Sonuçta, The Zone of Interest’te karakterler herhangi bir gelişim veya pişmanlık yaşamazlar; film, onların sabit moralli evrenini bozmadan, izleyiciyi bu donmuş ahlaki manzaraya tanık olmaya zorlar. Höss ailesinin katliamların hemen yanı başında umursamazca sürdürdüğü konforlu yaşam, izleyicide giderek büyüyen bir dehşet ve tiksinti duygusu yaratır. Nazi ideolojisinin aile hayatındaki tezahürü böylesine sıradan ve gündelik olduğu için, kötülük daha da korkunç bir nitelik kazanır.

İzleyicide Yaratılan Etik Gerilim ve Sonuç

The Zone of Interest, izleyiciyi pasif bir gözlemci olmaktan çıkarıp ahlaki olarak meşgul eden, ender filmlerden biridir. Filmin en önemli başarısı, seyirci üzerinde yarattığı etik gerilimdir. Bu gerilim, bir yandan anlatılan dehşetin büyüklüğünden, diğer yandan anlatımın minimalizminden doğar. Seyirci, ekranda gördüğü “zararsız” sahneler ile zihninde canlandırdığı korkunç gerçeklik arasında sürekli bir gerginlik hisseder. Alışılmış anlatılarda kötülerle özdeşleşmekten kaçınır, iyilerin tarafına geçeriz; fakat burada iyi karakter yoktur, kurbanlarise görünmezdir. Dolayısıyla film, izleyiciyi failin ailesiyle baş başa bırakarak rahatsız edici bir özdeşleşme ikilemi yaratır. Uzun süre bu ailenin gündelik yaşamına tanık olan seyirci, ister istemez onların dünyasına nüfuz eder: Hedwig’in bahçeyi güzelleştirme çabasını, çocukların masum oyunlarını, ev içindeki muhabbetleri izlerken kendini insani bir yakınlık kurmaya meyleder. İşte tam bu noktada, arka plandaki çığlık veya uzak bir silahtan çıkan kurşun sesi bu yakınlığı zehir gibi bozar. İzleyici, bir an için normalleştirmeye başladığı tabloyu yeniden yadırgar, kendine gelir ve hatta bu anlık duygusal gafleti için suçluluk duyar. Film eleştirmenleri, Glazer’in uzun planlar ve kararsız bakış açısı (kimin gözünden izlediğimizin net olmaması) sayesinde seyircide bir “empati krizi” yarattığını belirtmiştir. Gerçekten de film, empati duygumuzu sınavdan geçirir: Bir noktada seyirci kendini, örneğin Höss’ün çocuklarına şefkatle bakarken bulabilir, sonra hemen ardından bunun uygunsuzluğunu fark ederek irkilir. Bu içsel gerilim, filmin ahlaki deneyinin bir parçasıdır. Glazer, seyircinin duygusal tepkilerini manipüle etmeyerek onu kendi vicdanıyla yüzleşmeye davet eder.

Filmin sonlarına doğru bu etik gerilim doruğa ulaşır. Holokost filmlerinde alışık olduğumuz bir katharsis(arınma) veya suçluların cezalandırılması gibi bir rahatlama anı The Zone of Interest’te gerçekleşmez. Film, belirgin bir son söz söylemeden biter; ancak finalinde, seyirciye yüklediği etik ağırlık oldukça somuttur. İzleyici, salondan çıktığında (veya ekranı kapattığında), üzerine çöken huzursuzluk hissiyle baş başa kalır. Bu huzursuzluk, tarihin en karanlık sayfalarından birine “yan gözle” bakmış olmanın rahatsızlığıdır. Film boyunca normal bir aile portresine sürekli maruz kalmak, seyircide belli bir noktadan sonra tuhaf bir suç ortaklığı hissi uyandırabilir. Sanki biz de o evin bir penceresinden sessizce bakıp hiçbir müdahalede bulunamamışız gibi bir çaresizlik ve utanç duygusu belirebilir. Glazer, tam da bu duyguyu hedeflemektedir: “Tanık olanın sorumluluğu”duygusunu. Kamera, izleyiciyi evin içine yerleştirdiğinde, aslında bizi bu tarihsel suçun sessiz tanıkları konumuna sokar. Seyirci, seyrettiği her dakikada kendi etik duruşunu yeniden değerlendirmek zorunda kalır: Bu şartlar altında ben olsam ne yapardım? Ben de böylesine bir kötülüğe gözümü kapatabilir miydim? Bu tür sorular, film bitse de zihinlerde yankılanmaya devam eder.

Tüm bu yönleriyle The Zone of Interest, hem tarihsel bağlamda özgün bir konuma yerleşir hem de sinema sanatında unutulmaz bir iz bırakır. Holokost’un anlatımına dair yeni bir üslup denemesi olan film, 2023 Cannes Film Festivali’nde Büyük Ödüle (Grand Prix) layık görülerek uluslararası çapta takdir kazanmıştır. Sinema tarihinde Nazi dönemini anlatan sayısız film bulunmakla birlikte, Glazer’in yapıtı faillerin gündelik hayatını böylesine soğukkanlı ve derinlikli inceleyen nadir örneklerdendir. Genellikle Holokost filmleri kurbanların deneyimine, direniş öykülerine veya tarihi figürlerin dramına odaklanırken, The Zone of Interest bu anlatı geleneğini ters yüz ederek failin sıradanlığına ayna tutar. Bu yönüyle akla Claude Lanzmann’ın Shoahbelgeselinde ve Schindler’in ListesiSon of Saul gibi filmlerde tartışılan “gösterme/göstermeme” ikilemini getirir. Glazer, soykırımın dehşetini hem estetik sınırları hem de ahlaki sınırları zorlayarak aktarır; ne arşiv görüntülerine ne de melodramatik kurgulara yaslanır. Tarihsel gerçeklik, filmin dokusunda sessiz ama sarsıcı biçimde mevcuttur – örneğin filmin mekanı gerçekten Auschwitz arazisidir ve Höss ailesinin evi arşivlere dayanarak titizlikle yeniden inşa edilmiştir. Bu durum, yapıtın tarihsel özgünlüğünü artırırken, izleyici üzerindeki etkisini de yoğunlaştırır.

Sonuç olarak, The Zone of Interest sinemada Holokost’un temsilini yenileyen, cesur ve düşündürücü bir eserdir. Nazi ideolojisinin gündelik yaşamı nasıl şekillendirdiğini, kötülüğün ne denli sıradan formlarda tezahür edebildiğini çarpıcı bir dille göstermiştir. Anlatı yapısı, görsel-işitsel tercihleri ve felsefi arka planıyla film, seyircisini pasif bir tüketici olmaktan çıkarıp ahlaki muhasebe yapmaya zorlar. Bu da izleyicide derin bir etik gerilim ve rahatsızlık duygusu uyandırır. Glazer’in filmi, sinemanın sadece tarihsel olayları anlatmakla kalmayıp, aynı zamanda “tarihin yükünü” izleyiciye hissettirebileceğini kanıtlar niteliktedir. The Zone of Interest, Holokost’un sinematografik anlatısına yaptığı bu özgün katkıyla, hem akademik tartışmalarda hem de izleyicilerin vicdanlarında uzun süre yer edecek bir yapıttır.

arwein

arwein

okur, yazar, izler

Yorum (0)