Darren Aronofsky deyince çoğu insanın aklına psikolojik olarak darmadağın eden filmler gelir; Requiem for a Dream, Black Swan, The Whale… Ama Caught Stealing farklı. Burada hâlâ o karanlık, iç burkan taraf var ama daha eğlenceli, daha tempolu, hatta yer yer mizahi bir suç hikâyesi anlatıyor.

Filmin merkezinde Hank var. Austin Butler’ın canlandırdığı Hank, aslında geçmişte parlayan bir lise beyzbol yıldızı. Ama kötü bir kazayla hayalleri sona ermiş, şimdi de New York’un arka sokaklarında bir barmen olarak hayatını sürdürmeye çalışıyor. Yani “Eskiden iyi havalı çocuktu, yanlış işlere bulaştı” klişesi gibi duruyor ama Butler’ın oyunculuğu sayesinde izleyicilere pek öyle hissettirmiyor. Özellikle gözlerindeki o sürekli kaybolmuşluk hissi, karakterin derdini tek başına anlatıyor.
Hank’in hayatında ona tutunacak tek şey sevgilisi Yvonne. Zoë Kravitz burada Hank’in ayağını yere bastırmaya çalışan, onu girdiği psikolojik çukurdan çıkarmaya çalışan taraf olmuş. İkilinin kimyası da oldukça yüksek; öyle uzun uzun aşk sahnelerine gerek yok, göz göze geldiklerinde bile aralarındaki elektrik hissediliyor.
Ama tabii hayat Hank’e pek şans tanımıyor. Komşusu Russ (Matt Smith) bir kediyi emanet ediyor ama yanında mafya belası da bırakıyor. Bir anda Hank kendini Rus gangsterlerden tut Yahudi mafya kardeşlere, Bad Bunny’nin oynadığı Latin kabadayıdan polis dedektifine kadar herkesin hedefinde buluyor. Yani olaylar öyle hızlı büyüyor ki, Hank’in sarhoş olması bile onun bir nebze de olsa uzaklaşmasına yardımcı olmuyor.

Film, bir yandan sert şiddeti göstermekten çekinmezken diğer yandan mizahi anlar yaratmayı başarıyor. Sokakta dayak yerken ya da yanlış kişilerin kapısını çalarken izleyici hem geriliyor hem de gülüyor. Bu anlamda biraz After Hours’ı hatırlatıyor; New York’u adeta kirli bir paralel evren gibi gösteriyor.
Yan karakterlerde de kargaşa var diyebilirim. Regina King’in sert ama ciddi olmayan insancıl polis karakteri, Schreiber ve D’Onofrio’nun ürpertici kardeşleri, Matt Smith’in punk çılgınlığı, Bad Bunny’nin şaşırtıcı derecede karizmatik kötü adam performansı… Hatta kedi Bud bile yer yer “oyunculuğuyla” sahneleri çalıyor ve izleyenleri güldürmeyi başarıyor.
Aronofsky, The Whale gibi ağır bir dramdan sonra burada tempo ve ton dengesini çok iyi kurmuş. Kamera açılarıyla abartıya kaçmadan şehrin pisliğini, karakterlerin sıkışmışlığını hissettiriyor. Özellikle Butler’ın annesiyle yaptığı kısa telefon konuşması bence filmin en duygusal anı. Çünkü tüm karmaşanın ortasında bir insanın annesine “her şey düzelecek” konuşması yapması, filmin kalbine dokunan sahne oluyor.
Eksileri yok mu? Var. İlk yarı boyunca “bu kovalamaca nereye gidiyor” dedirten anlar oluyor. Çünkü filmde bir gerilim ve kovalamaca hakim ama bunun sebebi Hank’e de biz izleyenlere de anlatılmıyor. Ayrıca bazı karakterlerin işlenişi (özellikle Yahudi gangster kardeşler) tartışmalı hissettiriyor. Ama genel olarak film, Aronofsky’nin farklı bir yönünü görmek isteyenler için gayet keyifli.



Yorum (0)